T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Kopenhag: Türkiye'nin yolu açık

Bu sütunda dün birbirine zıt iki yazı yayınlandı. Birinden haberi olanların diğerinden haberi olmadı. İkisi de Kopenhag Zirvesi'nin muhtemel sonuçlarının, Türkiye için anlamına ilişkindi. İlkinin başlığı aynen şöyleydi: "Kopenhag: Bugün SON GÜN ve ben iyimserim". Akşamüstü yazıldı ve gönderildi. İkincisi, sabaha karşı 02:00 sularında, AB Dönem Başkanı Danimarka Başbakanı Rasmussen'in açıklamalarını dinledikten ve sanki üzerimize bir soğuk duş inmiş duygusuna kapıldıktan sonra, irticalen, telefonla dikte ettirilerek telefonla yazdırıldı. Büyük şehirlerde ve internet sitelerinde okunan bu ikinci yazının başlığı ise bir 'karamsarlık manifestosu' niteliğindeydi ve şöyleydi: 'Olabilecek En Kötü Sonuç'...

İkisi de doğru çıkmadı. Gerçek, ikisinin arasında; hatta birincisine galiba daha yakın...

Ama değerlendirme, tahlil ve duygu sarkacının, bu zıt yönlerdeki hareketi bir gerçekliğe işaret ediyordu; zira, aynı duygu yabancı basına da yansımıştı. Financial Times ve Le Monde, ikinci, yani kötümser sonucu yansıtırken; BBC ve Amerikan basını genellikle, birincisinin havasındaydı.

Aynı gelgitler, Kopenhag Hilton otelinde 'Tayyip Erdoğan-Abdullah Gül karargahı'nda da söz konusuydu. Gün boyu, gayet iyimser beklentileri yayan bu ikili, gece yarısının ardından 'Rasmussen haberi'ni aldıklarında biraz vurgun yemiş gibi oldular; ardından 'Türkiye'nin öneminin AB tarafından anlaşılamamış olduğuna' dair tek cümlelik bozuk atan bir yazılı açıklama geldi. Sabah saatlerinde, Tayyip Erdoğan'ın 'Kopenhag kararları'nı 'kabul edilemez' bulduğu haberi, binlerce kişinin üstlendiği, Zirve'nin yapıldığı 'Bella Center'ın (Güzel Merkez; İtalyanca-İngilizce kırması bir isim) kulislerine ulaştı. Abdullah Gül'ün de 'aldatılmışlık duygusu' içinde Tony Blair ile sert bir telefon konuşması yaptığını, bu sonuçtan Jacques Chirac'ı sorumlu tuttuğu vs. haberleri yayıldı.

Abdullah Gül, öğleden sonra, Bella Center'ın dev basın merkezinde çok ilgili ve kalabalık bir medya ordusu önünde, şaşırtıcı bir serinkanlılık ve isabetle, 'taslak metin'de Türkiye ile ilgili hükümleri değerlendirdi.

Eğer, kendimizi aşırı ve abartmalı beklentiler içine sokmasaydık, bu Kopenhag Zirvesi kararlarından pekala mutluluk duymamız gerekecekti ve artık olan-bitene, kendimizi duygusallıktan sıyırarak 'gerçekçi' bakarak, yine o mutluluğu duymamız lazım.

Niye? Ne oldu?

Şu: Kopenhag Kararları'nda Türkiye ile ilgili, Türkiye alt-başlığı altında 24,25,26 ve 27. paragraflar var. 25. paragraf, Aralık 2004'teki Zirve'nin Komisyon'un ilerleme raporu ve tavsiyesi, Türkiye'nin Kopenhag Siyasi Kriterlerini yerine getirdiği doğrultusunda olursa, AB'nin 'katılım müzakerelerini başlatacağı'nı ifade ediyor. Rasmussen, gece yarısı, Aralık 2004'de 'mümkün olan en kısa sürede karar verileceği'ni söylemişti. Bu, hepimizi, ortaya çıkan sonucun, 'Alman-Fransız önerisi'nin bile gerisine düşüldüğü hükmüne vardırmıştı; o, en azından, 1 Temmuz 2005 diye somut bir tarih telaffuz ediyordu.

Oysa, sabah saatlerinde, basılı halde dağıtılan karar taslağında, okuduğumuz satırlar, Rasmussen'in söylediğinden farklıydı. Aralık 2004'te olumlu değerlendirme halinde, AB'nin Türkiye'yle görüşmeleri açacağı ya da başlatacağı 'will be' denilerek, kesin bir ifadeye bağlanmıştı. Rasmussen'in 'mümkün olan en kısa süre içinde' terimi önce 'başlayabilir, müzakereler açılabilir'e, İngilizce 'can be'ye dönüştürülmüş ve oradan da öteye gidilerek, 'will be' kararlaştırılmıştı.

Rasmussen, bizdeki karamsarlığı, 'ya AB'ye yeni katılacak 10 ülke, Türkiye'ye engel çıkarırsa; bu konuda bir güvence alındı mı' sorusuna 'Bu konu konuşulmadı' cevabıyla beslemişti. Gecenin o saatinde, yüzümüzden düşen bin parçaydı.

Oysa, sabah saatlerinde basılı halde dağıtılan karar taslağının, Türkiye alt-başlığı altındaki 27. paragrafı aynen şöyle diyor: "Avrupa Birliği ve katılımcı Devletler 'Tek Bir Avrupa' başlıklı, genişleme sürecinin sürekli, içe alıcı (inclusive) ve geri dönülmez tabiatına ilişkin bir ortak deklarasyon yayınlamayı ve bunun Katılım Anlaşması'na eklenmesini kararlaştırmışlardır."

Bu, yeni katılacak ülkelerden herhangi birinin, AB ile Türkiye arasında katılım müzakerelerine başlamasına set çekmesini 'kesin' biçimde önleyecek şekilde, bu hükmü bağlayıcı bir hale sokmak, bir 'müktesabat' haline getirmek üzere karar metnini giren bir paragraf.

Yani; Türkiye, geri dönülmez, önü alınmaz biçimde 'Avrupa Birliği yolu'na Kopenhag Zirvesi'nde yerleşmiştir.

Bu noktada, niye '2003 değil de 2004, 2005' diye siyasi olmayan bir tavra ve çocukça bir kaprise saplanmanın; hele hele 1997 Lüksemburg Zirvesi'ndeki gibi 'küsme'nin hiçbir anlamı yok.

Ayrıca, Türkiye, madem ki Kopenhag Siyasi Kriterlerini, öyle bir şey olmasa bile, Türkiye halkının esenliği için zaten yapmak zorunda; zaten bu yönde gayretli adımları -uyum yasaları ve Anayasa değişiklikleriyle- zaten atmakta; böyle yapmaya iki yıl daha devam edecek. Yani, kendine güvenecek; 'özgüven' sahibi olacak.

Bu durumda, 2005 başında (yani bir yoruma göre Alman-Fransız önerisinden yedi ay önce) AB ile katılım müzakerelerine başlamak pekala mümkün.

Peki Kıbrıs?

Bu, 'hazin' bir konu. Kıbrıs Türk halkı, Kıbrıslı Rumlarla aynı gün AB'nin parçası olacak iken, bundan mahrum kalıyor. Üstelik, dünün yani 13 Aralık'ın geleceği, 13 Aralık 1999 Helsinki'den beri belliydi. Rauf Denktaş ve Türkiye'deki destekçileri ayak sürüdüler. Kofi Annan Planı, Helsinki kararları düşünülürse, Rumlar değil, Türkler için; Kıbrıs Türklerinin 13 Aralık'ta AB'li olabilmesi içindi. Ne gariptir ki, Kofi Annan Planı'na Rauf Denktaş, yüzde 1,5 oy desteğine sahip, yaşıtı Bülent Ecevit ve Dışişleri'nin bir avuç bürokratı karşı çıkarak, Kıbrıs Türk halkının hevesini kursağında bıraktılar.

Helsinki 1999'a dayalı olarak, AB'ye Kopenhag'da üye kabul edilen Kıbrıs (Kıbrıs Cumhuriyeti değil, Kıbrıs), tabii ki, şu haliyle Rumlar tarafından temsil ediliyor.

Yine de, Kopenhag Kararlarında, Kıbrıs Türklerinin AB'ye Rumlarla eşit haklarla katılabilmesi için 28 Şubat 2003'e kadar bir 'esneklik marjı' mevcut.

Kopenhag Zirvesi'nin bitimine dek, Kıbrıs'ta bir anlaşmaya ulaşılmaması ihtimali göz önüne alınarak hazırlanan karar metnine üç paragraf girdi. Bunlar, tarafları 'BM Genel Sekreteri'nin önerileri zemininde 28 Şubat 2003'e dek görüşmelere' davet ediyor. 18. paragraf, "çözüm yokluğunda, AB müktesebatının adanın kuzey bölümüne uygulanmasının, AB Komisyonu'nun bir önerisine dayanarak, AB Zirvesi ittifakla aksine karar vermedikçe, askıya alınacağından" söz ediyor. Bu hüküm, AB'nin Kıbrıs Türk tarafını, AB bünyesi içinde 'bir gün mutlaka' alma iradesinin bir yansıması.

Abdullah Gül hükümeti ya da Tayyip Erdoğan'ın Ak Parti iktidarı, bugüne dek bu konuda gösterdiği tereddütten sıyrılır ve 'Denktaş'ı desteklemek' şeklindeki Türk dış politikasının 'geleneksel papağanlığı'nın bir yana bırakarak; Kıbrıs Türk halkının çıkarlarını esas altına alırlarsa; 28 Şubat 2003'e dek AB kapıları, Kıbrıs Türk halkına da açılacak.

Bu Kopenhag'dan sonra, Türkiye'nin 'işi' daha zor değil belki ama sorumluluğu büyük ve 'işi' daha da çok...


14 Aralık 2002
Cumartesi
 
CENGİZ ÇANDAR


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat| Arşiv
Bilişim
| Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED