T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
312'lik yönetim üslubu

TCK 312-2 boş ve anlamsız bir madde değil. Belki kullanılma yeri yanlış. Madde, halkı din, mezheb, bölge ve sınıf farkı gözeterek açıkça ve kamu düzenini bozacak şekilde kin ve düşmanlığa tahrik etmeyi suç sayıyor. Böyle bir durum varsa, bu gerçekten insanlık dışı bir şey.

Yahudi'ye Yahudi olduğu için, Arap'a Arap olduğu için, Türk'e, Kürt'e, bu özellikleri sebebiyle, Alevi'ye, Sünni'ye, Müslüman'a Hıristiyan'a, Doğulu'ya Batılı'ya, işçiye, işverene bu özellikleri sebebiyle kin ve düşmanlık oluşturmak gerçekten suç oluşturmalı.

İşin sakat tarafı, bunun ülkemizde, hakim bir iradenin, zayıf tarafı te'dib etmek için bahane olarak kullanılabilmesinde yatıyor. Onun için bu madde çoğunlukla kurtla kuzu arasındaki suyu bulandırma hikayesine benzetiliyor.

Daha sağlıklı bir değerlendirmede, Türkiye'de 312-2'lik suçu gerçek anlamda işleyen tarafın Türkiye'yi yönetenler olduğu görülür. Türkiye için halkı kin ve düşmanlığa sevkedici bir yönetim üslubundan söz etmek sadece bir gerçeğin ifadesi olur.

Alın bakalım emekli insanların maaş kuyruğunu... 60-70 yaşında, bir dünya sağlık problemi ile boğuşan insanları üç kuruşluk maaş kuyruğuna dizmişsiniz, soğukla, yağmurla, karla boğuşturuyorsunuz ve kimileri o kuyrukta can veriyor... Hangi duygu oluşur o kuyruktaki insanlarda? Hangi duygu oluşur, anne-babası kuyrukta can verenlerde? Ve hangi duygu oluşur, o haberleri tv ekranlarından izleyenlerde?

Alın bakalım, hastanelerdeki muayene ve ilaç kuyruklarını... Alın bakalım devlet veya SSK hastanelerinde insanların adeta etinden keserek ödediği ekstra "bıçak paraları"nı... Hasta insanların yaşadığı bu anlatılmaz çile, hangi duyguyu oluşturur yönetime karşı?

Alın bakalım, İHL önlerinde yaşananları? 15 yaşında robokopla yüzyüze gelmiş, polis otobüsüne doldurulmuş kız çocuklarının, onların cop darbesine maruz kalmış anne-babalarının yaşadıklarını... O ekranlarda patlayan alkışlar hangi duygunun ifadesi? Benim bunun altını çizmem ya da bunun tv ekranına yansıması mı "halkı tahrik" içine girer, yoksa orada o görüntüye yol açanlar mı?

Alın bakalım, üniversitelere girmelerine izin verilmeyen ve bugün kimileri memleketlerine dönmüş, kimileri dünyanın bilmem hangi ülkesinde eğitim imkanı aramaya koyulmuş başörtülü öğrencileri?

Alın bakalım başörtüleri sebebiyle kamu görevi yapmalarına izin verilmeyen öğretmenleri, doktorları, hemşireleri, belediyelerde çalışanları...

Ne hissetsin bu insanlar karşı karşıya kaldıkları muamele için? Saygı mı duysunlar? "İyi ettiniz, zaten biz suçluyduk" mu desinler? Ya da bu yönetim üslubu onlardan hangi olumlu tavrı beklemektedir?

Alın bakalım, "Kürtçe eğitim" için dilekçe verenlere uygulanan muameleyi... Çoluk-çocuk gözaltına alınmalar nasıl bir duygu oluşturacak söz konusu insanlarda?

29 Ocak 2002 tarihli MGK'da konu görüşülüyor ve "ana dilde eğitim kampanyasının PKK'nın siyasallaşması yönünde bir hamle" olduğu tesbiti yapılıyor. Bunu doğru bir tesbit sayalım. Peki neyi değiştiriyor bu? O insanları bölük bölük gözaltına alarak, PKK'nın bu projesinden koparmış mı oluyoruz yoksa oraya daha çok itmiş mi oluyoruz? Bu insanlarda oluşturduğumuz duygu devlete karşı saygı, sevgi mi yoksa öfke mi? MGK'nın, bu insanları ve onlarla aynı duyguları paylaştığı muhakkak olan çok daha geniş çevreleri, duygu planında tamir edecek bir formülü var mı? Olmalı değil mi?

MGK'lar, 28 Şubat 1997'den bu yana, İslâmî alanı da gözaltında tutuyor... Şimdi sormanın vaktidir: Toplum-devlet ilişkisi adına ne gelişti şu beş yılda, sevgi-saygı mı, yoksa burukluk, küskünlük, hatta yer yer öfke mi? Beş yıldan bu yana devlet, kendisini daha güvende mi hissediyor toplumda olan bitenlere karşı?

Ortada öyle bir yönetim üslubu var ki, her gün bir toplum alanını suçlu haline getiriyor, her gün bir toplum alanında yaralar açıyor. Devletle ilişkileri sancılı olan veya olmayan insanları ayrıştırmaya kalksak, sorunsuz insan bulmakta zorlanırız. Niye? Çünkü yönetim üslubu, halka yönelik kuşkuya ya da güven eksikliğine dayanıyor.

Oysa Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nda belki de peşin bir kaygıyla "devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğü"ne vurgu yapılmış. Eğer bu kaygı ciddi ise, o takdirde yönetim üslubunun bunu besleyici nitelikte olması gerekir. Onun için de hukukun temelini oluşturan "beraati zimmet asıldır" ilkesinin devlet-toplum ilişkisinde en belirliyeci ilke olması lazımdır. "Kuşku asıldır, herkes kendisinin güvenilir olduğunu ispat etmesi lâzımdır" yaklaşımı, toplumdan her an bir tehdit gelebileceği endişesi taşıyan kapalı rejimlerin yaklaşımıdır.

Şu an Türkiye'de cari olan yönetim üslubunun, bizzat devletin toplumsal tabanına yönelik bir tahrip neticesi doğurduğunu birilerinin görmesi gerekiyor.

İster, devletin toplumun bir kesimini "iç tehdit" kapsamında nitelemesi ve ona karşı hem kendisinin öfkeyle davranması hem de toplumda böyle bir tepki atosferi oluşturma çabasına girmesi suretiyle olsun, isterse, devlet adına yapılan uygulamaların yanlışlığı, akıl dışılığı, insaf dışılığı sebebiyle oluşmuş olsun ortaya 312-2'lik duygular çıkıyor. Bunun müsebbibi yönetim üslubunun bizzat kendisidir. Ve eğer öyle bir yargılama imkanı olsa idi, öncelikle bu yönetim üslubunun 312-2'den yargılanması gerekirdi.

Türkiye için en acil mesele de, ülkeyi kin ve düşmanlık atmosferine sürükleyen böyle bir yönetim üslubunun kökten değişmesidir.


1 Mart 2002
Cuma
 
AHMET TAŞGETİREN


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED