T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Atatürk, neden hiç uçağa binmezdi?

Bir zamanlar biz sadece Heybelide'de her gece mehtaba çıkmazdık.. Bol bol "yakın tarih" okur, yazardık..

Şimdi büyük gazetelerde, "kim kiminle aşna-fişne" konusu ağırlıkla işleniyor pazar günleri.. Eskiden, "yakın tarihte kimler neler yapmış" üzerine sohbetler yer alırdı gazetelerde..

-Fatih öldü mü, öldürüldü mü?

-Abdülaziz intihar mı etti, yoksa öldürüldü mü?

-Genç Osman ufak tefek miydi, yoksa iri-yarı aslan gibi bir levent miydi?

Böyle konular, o gün olmuş gibi tartışılırdı 1950'lerde, 1960'larda..

"Abdülhamid iyi bir yönetici miydi, yoksa kötü bir despot muydu" tartışması yüzünden, ünlü isimler birbirleriyle küsüşürdü..

Tarih üzerindeki tartışmalara gazeteler yetmeyince, dergiler, kitapçıklar, fasiküller yayınlanırdı..

"Atatürk'le Karabekir'in araları neden açılmış", "İnönü ile Bayar neden birbirlerine düşman", "Maliyeci Cavit Bey neden idam edildi" benzeri konuları, okur dururduk..

Hemen herkes, Churchill'in, Stalin'in kim olduğunu bilirdi gazete okuyorsa..

Benim kitaplığımda o döneme ait yakın tarih kitapları, ciltlenmiş dergiler dolu.. Çocuk yaşlarda bile bunları toplamışım demek ki.. "Tom Mix", "Texas", "Kinova", "Pekos Bill" ciltleri, atıldı gitti.. Sihirbaz Mandrake ile uşağı Abdullah'tan bile birşey kalmadı geride..

Hatta Michel Zevako'nun "Pardayanlar"ı, "Ragastan"ı da yok, Jean de la Hire'nin "İki Çocuğun Devrialemi" ciltleri de kalmadı kitaplığımda..

Acaba Abdullah Ziya Kozanoğlu'nun, M. Turhan Tan'ın, Feridun Fazıl Tülbentçi'nin kitapları yeniden önüme gelse, aynı keyifle okuyabilir miyim yine?

O kitaplarda "Türk Akıncıları", Macar ovalarını basıp, bir meyhaneye girerlerdi. Macar meyhaneci sorardı onlara,

-Ne vereyim size beyzadem?

Onlar da hemen terslerlerdi adamı,

-Beyzade senin babandır, derlerdi..

Ya da Ercüment Ekrem Talu'nun dünyasında "Meşhedi Aslan Peşinde" koşarken, Torik Necmi bir Afrika kabilesinin zenci kızları ile keyfederdi..

Nihal Atsız'ın "Bozkurtlar'ın Ölümü"nü okuyanlarımız, ay üçe parçalandığı zaman "Türk budunu"nun başına birşeyler geleceğini düşünür, ürperirdik.. Çinli güzellerin Türk obalarına gönderilmiş "çaşıt"lar olduğu düşünülürdü genellikle..

Nurullah Ataç'ın bile dudaklarını uçuklatan bir arı-dil kullanılırdı yerli malı polisiye romanlarda.. "Yazıhane"ye "çalışak", "sandalye"ye "oturak", "otomobil"e de "kendi-gider" denilirdi dedektif Orhan Çakaralmaz'ın serüvenlerinde..

Geçenlerde eski tarih dergilerinin ciltlerini karıştırıyordum.. Şevket Rado yönetiminde ve Yılmaz Öztuna'nın Neşriyat Müdürlüğü'nde, ayda bir yayınlanan, 1965 yılının "Hayat Tarih Mecmuası" cildini buldum..

Okurken, unuttuğum nelere rastlamadım ki?

Mesela siz Atatürk'ün hiç uçağa binmediğini ve neden binmediğini biliyor musunuz?

Atatürk'ün kendisi, 1934'ün "29 Ekim"i Ankara Orduevi'nde kutlanırken, olayı anlatmış çevresindeki genç havacı subaylara..

1910 yılında, Ali Rıza Paşa ile birlikte, aralarında Atatürk'ün de bulunduğu bir grup subay, Fransa'ya Picardie manevralarına gitmişler..

Manevraya katılan ilk kuşak uçaklarla, davetliler uçuruluyormuş.. Atatürk de, bir kuyruğa girmiş.. Ama Ali Rıza Paşa gelip, bileğinden tutmuş,

-Bilmediğin aş ya karın ağrıtır, ya baş, demiş.. Atatürk'ü çıkartmış kuyruktan..

Atatürk'ten sonra uçağa binen yabancı subay da, pilot da, havalandıktan sonra hemen düşen uçakta ölmüşler.. Atatürk de, bir daha uçağa binmemiş..

İlgi çekici değil mi.. Biz çocukken bunları da okurduk..

ŞAKA

Hepimizi dondursak mı?

Fransız doktor Raymond Martinet'in eşi, 1984'te kanserden öldü.. Doktor bunun üzerine, evinin mahzeninde bir buzdolabı yaptırdı.. Eksi 60 derece soğukta, eşinin cesedini dondurdu.. Doktor Martinet, geçen ay ölünce, vasiyeti gereği, onun cesedi de buzdolabına koyuldu..

Çünkü doktor ileride tıbbın gelişeceğini ve hem eşinin, hem kendisinin buzlarının eritilip, tedavi edileceklerine inanıyordu..

O gün geldiği zaman, biz de Avrupa Birliği'nde herhalde olacağız..

KISIR DÖNGÜLER İÇİNDE

Benim oğlum bina mı okur?

1990'dan önce, birisi kalkıp, "Macaristan da, Polonya da Türkiye'den önce Ortak Pazar'a (şimdiki Avrupa Birliği) girecek" deseydi, herhalde ona gülerdik değil mi?

Düşünün ki, Todor Jivkof'un Bulgaristan'ı, şimdi Türkiye'den daha yakın Avrupa Birliği tam üyeliğine.. Bulgar vatandaşları, Avrupa'da vizesiz seyahat etmeye başladılar bile..

Aslında bu durum gerçekten "milli menfaatlerimiz"e değilse bile, "milli haysiyetimiz"e aykırı değil mi?

Adamlar komünizmi bırakıp kapitalist oldular.. Totaliter rejimlerden demokrasiye geçtiler.. Avrupa'ya "uyum"u çözdüler şimdiden..

"Harp Akademileri", "Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği" ve yeni kurulan "SAREM" gibi askeri düşünce merkezleri, "Bu yarışı nasıl kaybettik.. Neden onlar bizi geçtiler" sorusuna da, cevap aramaya çalışmalıdır..

Düşünün ki, 15 yıl önce Romanya'da, daktilo aldığınız zaman, bunu polise kaydettirirdiniz.. Bildiri yazarsanız, "harflerin parmak izinden yakalanırsınız" diye, yapılırdı bu..

Nasıl anlatalım ki?.. Dünya öylesine değişti ki.. Ve biz öylesine değişmemekte direniyoruz ki..

Canınız sıkılmıyor mu sizin de?


10 Mart 2002
Pazar
 
MEHMET BARLAS


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED