T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Parayı veren düdüğü çaldı

Obur Türkler, masum Amerikalılar'ın 'analarının aksütü gibi helal' 17 milyar dolarlarını yedikten sonra, bir de kalkmış süper gücün dünyaya düzen verme arayışına set çekiyorlar! Bu kadar nankörlük olur mu? Ve bu nankörlük, yanlarına kalır mı?

Aşikârdır ki, bir işadamı kazanç (dolayısıyla, ödeme) kapasitesinin çok üzerinde borçlanırsa, piyasanın maskarası olur, er veya geç iflas eder. Bir ülke (veya devlet) de üretim kapasitesinin çok üzerinde borçlanırsa, siyaset pazarının maskarası olur, er veya geç iflas eder. Türkiye'nin dış borcu, bir yıllık üretimine (gayrı safi yurtiçi hasılasına) erişmek üzeredir; keza, yıllık ihracatının beş misline yakındır. Buna bir de 100 milyar dolara dayanan iç borçları ilave ettiğinizde, sistemin nasıl oluyor da ayakta durabiliyor olmasına gerçekten şaşırmak gerekir!

Dünya sistemimizdeki siyasî/ekonomik aktörleri iki genel sınıfa ayırmak mümkün görünüyor: Borç verenler ve borç alanlar. Dünyada 200 dolayında kabul görmüş siyasî birim (devlet) var; bunların dörtte üçü birinci gruba giriyor. Yaklaşık 140 devletin dış borç toplamı 2000 yılında 2.4 trilyon dolar civarındaydı. Yirmibeş yıl önceki rakamın tam beş misli. Bu 140 devletin hepsini birden beceriksizlikle suçlayamayacağımıza göre, buna sistemik bir olgu olarak bakmamız gerek. Küresel kapitalis sistem öyle işliyor ki, büyük çoğunluk, küçük azınlığa karşı boğazına kadar borçtan bir türlü kurtulamıyor.

Akıl alır gibi değil ama, bugün dünyanın yoksul ülkeleri zenginleri finanse eder duruma gelmişlerdir. Dünya Bankası verilerine göre, 1999 yılında 140 ülkeden kreditörlere yapılan uzun-vadeli kredi anapara ve faiz ödemeleri 298 milyar dolar iken, aynı borçlu ülkelere uzun-vadeli kredi olarak sadece 45 milyar dolar girmiştir. Bu ülkeler borç servislerini yeni ve kısa vadeli, yani pahalı ve riskli kredilerle gerçekleştirmek zorundadırlar.

Şurası açık: Millî devletler, kapitalist merkezin sıkıştırmasına kendi başlarına direnemezler. Merkez-içi gerginlik o kadar ilerlemiştir ki, merkezdeki millî devletler bile "milliliği" aşmaya, bölgesel devlet yapıları oluşturmaya yönelmişlerdir. Türkiye'den 20 misli daha fazla ekonomik güç üreten Almanya, Japonya gibi ülkeler bile tek başlarına ayakta kalamazken, sistemin taşrasında sadece millilik etiketiyle varlığını sürdürmek mümkün değildir. Mutlaka bölgesel üstsistemler oluşturmak zorundadırlar. Jeokültürün, jeoekonomiyi kuşatması gereken bir uğraktan geçiyoruz. Bölgesini ayakta tutamayan, ülkesini ayakta tutamayacaktır!

Borç kapanından kurtulmanın da yegâne yolu, bölgesel ciddi ekonomik paktlar oluşturmaktan geçmektedir. Bu, sanayi ülkeleriyle bağları koparmak değildir. Sanayileşmiş merkezle ticaret zorunlu, fakat kârsızdır. Taşradan merkeze sürekli değer aktarımıyla sonuçlanır. Bununla yetinmeyip, kendi dengimiz veya biraz aşağımızda olan ekonomik güçlerle ticareti yoğunlaştırmalıyız. Sadece Batı'ya bakan bir Türk ekonomisi, ticaret dengesini asla düzeltemez. Ticaret dengesi düzelmedikçe, cari denge sürdürülebilir fazlalıklar vermez; cari denge fazla vermedikçe, yüksek maliyetli borçlanma devap edip gider.

Kıssadan hisse:

Amerikalılar'a değil, kendimize kızalım. Ekonomimiz niçin döviz üretemiyor? Büyük sanayi şirketlerimiz her yıl ekonomiye ne kadar döviz kaybettiriyor? "Milli ürün" diye satın aldığımız markaların bileşiminde yerli katkı yüzde kaç? Bugüne kadar aldığımız borçları nerelerde, nasıl kullandık? Bu ve benzeri ciddi soruların cevabını arayacağımıza, hâlâ başörtüsüyle uğraşıyor, minicik kızlarımızı okul önlerinde polislere coplattırıyoruz. Zeval işaretidir bu: Büyük işlerle uğraşmayı göze alamayan devletler, küçük işlerle gün doldururlar.

TECRÜBE KAZANIR

Mehmet Bey emekliye ayrılır ve emekli ikramiyesiyle kendine kasaba lisesinin yanıbaşında küçük bir ev yaptırır. Birkaç hafta huzur içinde yaşar, ama ardından ders yılı başlar. İlk günden itibaren, öğrenciler yol kenarındaki çöp bidonlarını tekmelemeye başlarlar. Bağırıp çağırarak yaptıkları bu müthiş spor, Mehmet Bey'i bir süre sonra iyice rahatsız etmeye başlar. Çocuklara kızıp söylenmek veya okul müdürüne şikâyet etmekle sorunu çözemeyeceğini idrâk edecek kadar ariftir. Ertesi gün çocuklar aynı gürültüyle evine doğru yaklaşırken kapı önüne çıkar ve onları durdurur.

-Ne tatlı çocuklarsınız böyle; ah ne de güzel eğleniyorsunuz! Keşke ben de sizin yaşınızda olsaydım. Bana gençlik günlerimi hatırlatıyorsunuz. Eğer her gün buraya gelir ve bu neşeli sporu sürdürürseniz, size 5 milyon veririm. Ama söz verin, başka yere gitmek yok. Her gün bu saatlerde istiyorum. Ah, ne kadar zevkli, ne kadar zevkli!

Bu teklif çocukların çok hoşuna gider ve pek tabii gürültüyü sürdürürler İki gün sonra, Mehmet Bey yine kapıya çıkar ve çocuklara enflasyon/devalüasyon/kriz kelimelerini içeren kısa bir nutuk çektikten sonra, artık sadece 3 milyon verebileceğini söyler. Çocuklar sözleşmenin bozulmasından pek hoşlanmazlar ama, 3 milyonu da kaybetmemek için seslerini çıkarmazlar. Gürültüye devam ederler. Öbür hafta başında , Mehmet Bey maaşını alamadığını, dolayısıyla ancak 1 milyon verebileceğini söyler. "Umarım çaresiz bir emekliyi anlarsınız," diyerek azıcık da merhamet sömürüsü yapar.

Sekiz on çocuk birbirlerine bakarlar, 1 milyonu aralarında paylaşınca kimseye matah birşey düşmeyeceğini kavrayıp, itiraz ederler:

- "İmkânsız, efendim, günde 1 milyona bu işi yapacağımızı düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Biz 'işi' bırakıyoruz!"

PORTRELER

Bankacı-

Bir banka vardı ya, kayıtlarda
Ben soydum.
Bir çek vardı ya karşılıksız, hesaplarda
Ben çektim.
Kasa dolu değilmiş, öyle değilmiş
Ben gördüm.
Hırsız deme değilim, arsız deme değilim
Ben özgürüm, sadece özgürüm.
Bir sonraki soygunda nerde karşılaşacaklar?
a. Ziraat Bankası, b. Halkbank, c. Vakıfbank

Çeteci

Bir kodes vardı ya uzaklarda Ben girdim.
Birkaç mahkum vardı ya savunmasız, koğuşlarda
Ben kestim.
Alem delikanlı değilmiş, öyle değilmiş
Ben gördüm.
Çete deme değilim, mafya deme değilim
Ben özgürüm, sadece özgürüm.
-Bir sonraki vahşeti nerede yapacaklar?
a. Bursa, b. Ankara, c. Adana

Vatandaş

Bir sabit ücret vardı ya 2 milyon, faturalarda
Ben verdim.
Bir baz istasyonu vardı ya sağlıksız, her yerde
Ben öldüm.
Yeşil kart sınırsız değilmiş, öyle değilmiş
Ben gördüm.
Keriz deme değilim, sazan deme değilim
Ben özgürüm, sadece özgürüm...
-Bir sonraki kazığı nerde yiyecek?
a) Koalisyon vergisi, b) İstasyon vergisi, c) Radyasyon vergisi.


10 Mart 2002
Pazar
 
MUSTAFA ÖZEL


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED