AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

D Ü Ş Ü N C E    G Ü N L Ü Ğ Ü
Demokrasi çağında felsefenin sonu

Düşüncenin binlerce yıllık mirası ve günümüzdeki işlevi, İstanbul'da yapılan 21. Dünya Felsefe Kongresi'nin ana temasıydı. Jürgen Habermas, Gianni Vattimo ve Otfried Höffe gibi çağımızın önemli düşünürlerinin katıldığı kongredeki bazı bildiri metinleri, bugünkü Düşünce Günlüğü'nün konusu. Alman düşünür Jürgen Habermas, ulusların egemenliği kavramını ilk sorgulayan düşünür olan eleştirel felsefenin öncüsü Immanuel Kant ile Schmittçi realistlerin tezlerine dayanarak 'uluslararası hukukun geçmişi ve geleceği' üzerine bir bildiri sundu. Habermas, ulus devletlerden ulus sonrası devlet ve yapılara geçiş sürecini masaya yatırıyor. İtalyan düşünür Gianni Vattimo ise, demokrasi çağında felsefenin rolünü tartışıyor ve varlık olma bilincinin günümüzde hangi kavram etrafında örgütlendiğini bildiriyor. Bu kavram Vattimo'ya göre 'politika.' Vattimo, varlık olma fikri ile uyum sağlamak istiyorsak varlık olmanın sanatla olan bağlantısından çok politikayla olan bağlantısını kavramamız gerektiğini söylüyor. Jürgen Habermas'ın bildirisini Bercan Tutar'ın, Gianni Vattimo'nun bildirisini ise Ferhat Ünlü'nün çevirisiyle sunuyoruz.

  • PROF.DR. GIANNI VATTIMO / NAPOLYON ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ
    Felsefenin modernizmin son dönemleri ve modernizm sonrası toplumlardaki rolünü konuşurken bir benzerliğin altını çizmekte fayda var. Bu benzerlik Karl Popper'ın 'Açık Toplum ve Düşmanları' adlı eserinde ve Heidegger'in son yapıtlarında tartışılan fikirler arasında (Özellikle 'Felsefenin Sonu ve Düşüncenin Misyonu' (1964) başlıklı derste) görülmektedir. Bu belli ki paradoksal bir yaklaşımdır. Çünkü Heiddeger tam olarak demokratik bir düşünür gibi durmamaktadır.

    Fakat Karl Popper'ı Platon'a karşı durmaya iten sebepler özetle Heidegger'i de metafiziğe karşı polemiklere iten nedenlerdir. Ve bahsettiğim dersin açılışında Heiddegger'in belirttiği gibi antik çağlardan Kant'a, Hegel'e, Nietzsche'ye ulaşıncaya kadar var olan şey 'Platon'izmdir.

    Aslında eğer Popper'ın 'açık toplum' tanımlaması yerine Heideggerian bir terim olan Ereignis (Karşılaşma) terimini kullanırsak ne Popper'ın, ne de Heidegger'in kastına ihanet etmiş oluruz.

    Popper, Platon'un açık toplumun tehlikeli bir düşmanı olduğunu iddia etmişti. Çünkü onun şöyle bir temel dünya konsepti vardı: "Gerçek olan herşey bize varlık olmanın temel yapısına uygun olarak verilmiş yasaya uyar. Ve toplum da sadece bu temel yasaya uymalıdır."

    Şeylerin esasını bilen filozoftur, bu ona toplumu yönetme vazifesini de verecektir. Filozofların işlevi (Bugün bilim adamları, teknisyenler, uzmanlar) yüzyıllar boyunca kendileri için düşünce üretenler, prenslerin yüce danışmanları olanlar, hepsi şu temel inançla sıkı bir şekilde ilişkiliydi:

    "Bireyler ve toplumlar nesnel olarak kendilerine verilmiş buyruklarla uyuşmak zorundadır."

    Her yerde, politikada -otoriterlik tehlikesinin başladığı yerde- gerçekle (Popper'ın yapıtında dile getirdiği son perdeyle) karşılaşırız.

    İmdi Heiddegger'in adlandırdığı üzere metafizik; kelimenin tam manasıyla varlık olma fikrinin nesnel olarak bir kere ve herşey için verilmiş kuralı şeklinde benimsenmiştir. Bu aynı zamanda Nietzsche'nin de Sokrates'e yeni bir yaklaşım getirdiği noktadır. Onu modern gerilemenin başlangıcı olarak aldığı, yani onu antik kavramının büyük ruhunu öldürmekle suçladığı noktadır.

    Eğer varlık bir kere ve herşey için verilmiş durağan bir yapıysa bu; tarihte hiçbir muhtemel açıklık ve özgürlük olamaz demekle eşanlamlıdır.

    Heidegger'in dersinde 'felsefenin sonu'ndan bir 'bozulma sonucu' olarak bahsediliyor. Giderek psikolojiden sosyolojiye, antropoloji, mantık, anlambilime ve bugün bilgisayar bilimi dediğimiz şeye kadar belirli disiplinlerden de söz ediliyor. Şu temanın belirsiz olmadığını anlamak kolay: "Aramızda okullarda ve üniversitelerde felsefe öğretenler hergün daha da ileri giden bu 'felsefenin bozulması' durumunu deneyimleme şansına sahip."

    Bütün bunlardan felsefenin sonunun, demokratik toplumlarda hesaba katılması gereken bir boşluk bıraktığı sonucu çıkarılabilir. Eğer psikiyatrik bir metafor kullanmak istersek şunu söyleyebiliriz:

    "Bilimlerin uzmanlaşması durumunda felsefenin sonu ile dünyamızın şizofrenik bir topluma dönüşme riski bulunuyor. Bu nokta; önünde sonunda bir ulu gücün başgöstereceği, mümkün olan en ortak yaşamı talep eden görünüşte bir nokta olmaya da aday."

    Böylece Heidegger'in dersinin başlığını şu şekilde değiştirmeliyiz:

    "Demokratik Toplumlarda Felsefenin Sonu ve Düşüncenin Politik Misyonu." Filozofun bağımsız rolü sona ermiştir. Çünkü bağımsızlar bitmiştir.

    Heidegger ve Popper'ın yapıtlarını yazdıkları döneme göre bugünün dünyası çok daha etkin bir şekilde rasyonalize ve bilimsel olarak organize edilmiş durumda denebilir.

    Felsefenin sonu fenomeni ve uzmanlaşmış bilim ile teknolojinin şizofrenisi -yeni bir otorizasyonun muhtemel sonucu ile birlikte- (sözgelimi Bush'un Amerikasını düşünüyorum, fakat elbette tekbaşına değil...) son derece daha görünebilir ve daha yayılmıştır.

    Heidegger ile Popper'ın göreceli olarak paradoksal yakınlığı tezini önerirken bunun kesin gerçek olduğunu söylemiyorum. Sadece; bu yorum ile, -meseleyle -bence şu anda içinde bulunduğumuz kesin durum ile- uyuşmaya çalışıyorum.

    Daha ilerde; "Tarihin kesin gerçeklerinin ifade edilmesinin filozofların görevi olduğu yaklaşımından hareketle metafizik ve rasyonel tarihçilik (ki yalnızca proleteryanın devrim yoluyla gerçek kılabileceğinin bilindiği) ile Marks'ı mı takip edeceğiz" sorusu gündeme geliyor. Yoksa tam tersine -bizi yersiz mistisizm, çürük mitoloji, tehlikeli irrasyonalizm (Bunlar Heidegger'in teorisindeki risk irtibatlı noktalardır) içinde bulabileceğimiz şekilde Heidegger'i mi izlemeliydik?


    Kant mı, Schmitt mi?

  • JÜRGEN HABERMAS / ALMAN DÜŞÜNÜRÜ
    1990/91 yılındaki ilk Irak savaşından sonra, yeni dünya düzeni konusunda birbiriyle çatışan iki ayrı görüş ortaya çıktı. Bu görüş sahiplerinin tartışmaları Kantçı idealistlerle Schmittçi realistler şeklinde tanımlanamayacak kadar geniş bir çeşitlilik gösteriyor. İleri sürülen fikirler basit bir "uluslar arasındaki adalet" tartışması da değil. Bu tartışmalardaki kilit nokta, hukukun adalete ulaşmada doğru bir araç olup olmadığıyla ve bunun kavranmasıyla ilgili daha çok. Hem idealistler hem de realistler, barış ve istikrarın sağlanması ile dünyanın her yerinde temel insan hakları normlarının garanti altına alınması konusunda ortak paydada buluşuyorlar. Yani her iki grubun da ulaşmak istediği amaç arasında aslında pek bir fark yok. Farklı ve tartışma konusu olan şey, hukuktan neyin anlaşıldığı ve hukukun nasıl kavrandığı.

    Hem liberal hem de küresel endişelerle hareket eden bir süpergücün kendi ahlaki iddia ve anlayışlarını uluslararası hukukun yerine ikame etmeye çalıştığı bir dönemde uluslararası hukuktan konuşmak bir anlam taşır mı? Üstelik kendini hayırsever ve koruyucu olarak gören bir hegemonun tek taraflı ve yanlı davranmasında ne tür bir yanlışlık olabilir ki? Yoksa bu hegemonun niyeti ve davranışları daha etkili ve daha yasal bir sürecin inşası olarak mı anlaşılmalıdır? Ya da geride kalan bizler daha çok yapısallaşmış bir uluslararası ilişkiler projesi için bu hegemondan bağımsız olarak mı çalışmalıyız?

    Bu tarz yapısal ve kurumsal bir uluslararası ilişkiler projesini ilk öneren ve detaylarıyla açıklayan kişi Kant'tır. Uluslararası ilişkilerin yapısallaşmasını savunan Kant, egemen bir devletin savaş ilan etme hakkını (the just ad bellum) sistemli bir şekilde sorgulayan ve buna itiraz eden ilk düşünürdür. Egemen devletlerin savaş ilan etme hakkı 1648 ile 1918 yılları arasındaki Avrupa devletler sisteminin dayanağı konumundaki klasik uluslararası hukuk anlayışının temeliydi. Bu dönemdeki uluslararası ilişkiler sistemi kelimenin tam anlamıyla ulusların(devletlerin) uluslararsı ilişkilere bir taraf olarak katılımından ibaretti sadece. Bu sistemdeki aktörler daha çok stratejik bir oyunun oyuncuları olarak tahayyül edilirdi.

    Bu oyundaki katımcıların bağımsız oldukları addedilirdi. Böylece aktörler kendi özgür iradeleriyle verdikleri kararları uygulama kapasitesine sahip olduklarını ve kararlarının arkasında durduklarını ispat etmiş olurlardı. Bu oyundaki her devletin kendi ulusal çıkarlarına göre davrandığı varsayılırdı. Oyundaki egemen devletlerin birbirleriyle ilişkileri güç savaşı için rekabet etmekten ibaretti. Ama bu rekabete dayalı ilişki genelde askeri güç kullanımına ve tehdidine dayanırdı. Egemen devletlerin katıldığı bu oyunun kuralları daha sonra uluslararası hukuk normları olarak kurumsallaştırıldı.

    Görünen o ki, klasik uluslararası hukuk sisteminde devletler arasındaki yasal simetrinin temel dayanağını oluşturan prensip; coğrafi büyüklük, nüfus ve sahip olunan gerçek güç gözardı edilerek egemenlerin sadece birbirlerini karşılıklı olarak tanımaları şeklinde ortaya çıkıyor. Yasal statüdeki bu teorik eşitliğin fiyatı böylece uluslararası arenada doğal haldeki devletlerin anarşik sistemsiz, kaotik, düzensiz) yapısı ve şiddete başvurma serbestisiyle ödenir. Yasal statüdeki bu fiyat Kant'a göre oldukça pahalıdır. Çünkü Kant, barış ve istikrarın devletler arasındaki güç dengesi ya da dengesizliği sayesinde sağlanabileceğine inanmaz.

    'Sürekli barış ancak küresel düzene geçişle mümkündür'

    Kant, uluslararası ilişkilerdeki aktörler arasında görülen rekabeti doğal haldeki bireyler analojisiyle açıklar. Doğal halde bulundukları için sosyalleşemeyen bireyler arasındaki ilişkiler neyse, hangi normlara dayanıyor ve ne tür kriterlere göre şekilleniyorsa uluslararası alandaki devletlerin birbirleriyle olan ilişkilerinin de aynı tarzda gerçekleştiğini ileri sürer. Yani bireylerin sosyal sözleşmeyle ulusal bir toplumun üyeleri haline gelmeden önceki halleri ve ilişkilerinin aynısının uluslararası arenadaki devletler arasında doğal bir halde devam ettiğine inanıyordu Kant. Anarşik (sistemsiz) ve doğal haldeki durumun ortadan kalkması için Kant, uluslararası hukukun bir dönüşüm geçirmesi gerektiğine inanıyordu. Bu dönüşüm sayesinde devletler hukuku giderek kozmopolit (evrensel/küresel) bir özellik kazanacak; böylece bireyler sadece kendi ulusal devletlerinin vatandaşı olmanın gerektirdiği haklardan yararlanmayacak aynı zamanda kozmopolit (küresel) toplumun vatandaşı olmanın hak ve sorumluluklarını da taşıyacaklardı. Kant bunu Weltbürger (dünya vatandaşlığı) şeklinde açımlar. Kant'a göre sonsuz veya kesintisiz/sürekli barış ancak uluslararası düzenden kozmopolit(küresel) düzene geçişle mümkündür. Böyle kozmopolit bir düzende, bireyler ve uluslar arasındaki yapısallaşmanın dışındaki keyfi davranışlar tamamen ortadan kalkacaktır. Çünkü bu yasal ve kurumsal yapısallaşma her devletin kabul edeceği bir hukuka dayanacaktı. Özetle, insanlar arasındaki politik, sosyal ve medeni düzenlemelerin bir benzeri de uluslararası alanda yapılacaktı. Kant'ın "dünya vatandaşlığı" düşüncesi tamamen bu analojiye dayanıyordu.

    Böylece Kant, kozmopolit (küresel) düzen düşüncesini geliştirdi. Bu dünya düzeninde hem demokratik vatandaşlık olgusu hem de insan hakları ulusal düzeyden uluslararası alana taşınacaktı. Ancak, kendi çağının bir çocuğu olan Kant, tek tip bir kültürel formasyonla yetiştiğinden renk körlüğüne sahipti. Bu yüzden üç önemli ayrıntıyı gözden kaçırmıştı:

    1) Yeni bir tarihsel dönemin geleceği konusundaki tüm hassasiyet ve iyi niyetine rağmen Kant, giderek büyüyen kültürel farklılıklar yüzünden, 19 ve 20.nci yüzyıllarda önce yükselen sonra da patlayan milliyetçilikleri öngöremedi.

    2) Avrupa medeniyetinin ve ırkının üstünlüğüne olan inancı Kant'ın uluslararası hukukun bir avuç imtiyazlı Hristiyan devlet eliyle oluşturulduğunu görmesini engelledi.

    3) Son olarak Kant, uluslararası hukukun ortak bir Hristiyan kültürün alt yapısından kaynaklandığını ve ona bağımlı olduğunu kavrayamadı.


    Kozmopolitliğe geçiş üzerine

  • JÜRGEN HABERMAS / ALMAN DÜŞÜNÜRÜ
    Burada, bütün bu düşüncelere karşı etkili argümanlar geliştiren Carl Schmitt'e dönmenin tam zamanıdır sanırım. Savaşçı milletleri pasifize etmenin imkansızlığına inanan Carl Schmitt, adaletin uluslar arası toplumda üst bir değer haline gelemeyeceğini iddia eder. Çünkü her türlü adalet kavramı bu uluslararası arenada ihtilaf ve itirazlara yol açacaktır. Başka bir devletin egemenliğine yönelik şiddete dayalı müdahaleyi meşrulaştıran ve öngören her evrensel iddia sadece saldırgan devletin veya tarafın çıkarlarını korumaya yarayacaktır. Kim rakibi tarafından bir avantaj olarak kullanılan böyle bir adaletsizliğin parçası olmak ister ki? Dürüst bir düşmanın statüsünün kabul edilmeyişi ve inkar edilmesi, (justus hostis) eşit muamele görmeyi hak eden taraflar arasındaki ilişkilerde ahlaki bir asimetriyle karşıya karşıya getirir bizi. Daha kötüsü ise, ahlaki saldırganlıkla beslenen ve bu yüzden kayıtsız kalınan bir savaşın bizatihi kendisinin bir çatışma nedeni olacağıdır. Ahlaki nedenlere dayanan bir savaş, medeni dünyanın "jus in bello"su içinde addedilemez artık.

    Bu iddia ilk bakışta pek ikna edici görünmeyebilir. Schmitt, birbirleriyle yarışan uluslar arasında insan hakları ve demokrasi gibi eşitliğe ait politik kavramlar üzerinde bir konsensus sağlanabileceği ihtimalini dahi inkar eder. Schmitt, uluslar arasındaki düşmanlığın sonsuza kadar devam edeceğini iddia eder. Çünkü Schmitt, bu arenadaki aktörlerin kendi kollektif kimliklerini polemik konusu etmekten vazgeçmeyeceklerine inanır.

    Uluslararası anlaşmazlıklar artık devletler arasındaki savaşlarla çözülmüyor. Bir çözüm yöntemi olarak "savaş" kavramı yerini uluslararası barışın karşısındaki üç yeni tehditle yer değiştirdi. Bunlar suçlu devletler, başarısız devletler ve uluslararası terörizmdir. Bir kere devletler artık savaşın tek belirleyicileri değil. Bu konudaki tekellerini kaybettiler. Şu anki politik suçlar ve güvenlik sorunları aslında ulus-sonrası topluluk ve devlet yapılanmasının ilk semptomlarıdır. Devlet ve topluluklardaki bu yer değiştirme üretim ve ticaretin, pazarların, medyanın, trafik ve turizmin, iletişim ve kültürün, çevre ve sağlık alanındaki artan risklerin, suç ve güvenliğin küreselleşmesinden kaynaklanıyor. Devletler bundan böyle bağımsız dünya toplumlarının ağıyla ve baskısıyla daha çok karşılaşacak.

    Bu sistematik süreç bir zamanlar egemen devletin meşruiyetinin temel niteliği olan bağımsızlığı ve onun devam etttirilmesi için gerekli bazı şartları da ortadan kaldıracaktır. Ulus devletler tek başlarına üstesinden gelemedikleri sorunlarla karşılaşıyor ve uluslararası yardım ve dayanışmaya ihtiyaç duyuyorlar. Ulus devletler ulus aşırı organizasyonlar, NGO'lar, uluslararası şirketler gibi çeşitli küresel güçlerle uluslararası arenayı-pastayı paylaşmak zorunda. Bu devletler, yeni uluslar üstü organizasyon (AB, ASEAN gibi) ve bölgesel yapılanmaların (NATO, EOWAC gibi) üyesi oluyorlar. Ulus devletlerin ehliyet ve yetkileri gün geçtikçe azalıyor. Ulusal vergi pastasındaki payları hızla küçülüyor. Yetkilerini artırmak için yeni tarz etki alanları yaratma çabası içine girmeye çalışıyorlar.

    Bu yeni durumun farkındaki devletler ulusal çıkarlarını hızla çeşitli uluslar üstü ya da uluslar ötesi yönetim kanallarına aktarıyor. Böylece geleneksel diplomatik baskı ve askeri tehditler için daha az ve yumuşak bir gücü yedekte tutma avantajını yakalıyorlar. Bu da iç ve dış politika arasındaki çizgileri biraz daha bulanıklaştırıyor.




  • 16 Ağustos 2003
    Cumartesi
     


    Künye
    Temsilcilikler
    AboneFormu
    MesajFormu

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
    Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
    Bilişim
    | Dizi | Karikatür | Çocuk
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
    © ALL RIGHTS RESERVED