|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Amerikalı siyaset kuramcıları, Amerika'nın dünyaya bakışının temelini Wilsoncu iyimserlik olarak tanımlanan Wilson prensiplerinin şekillendirdiğini belirtirler. Willsoncu iyimserlikten beslenen dünya vizyonunu, bu zamana kadar gelmiş geçmiş (tabii ki Batılı) küresel ve hegomonik güçlere karşı ABD'nin insani ve ahlaki temeller üzerine yükselen ayrıcalıklı yanına vurgu yapmak için öne çıkarırlar. Hatta zaman zaman İngiliz ve Fransız merkezli kolonyalist politikalarla ABD'nin çatıştığı durumları bu ahlaki prensiplerle açıklamaya çalışanlar hayli fazladır. İkinci Dünya Savaşı sonrası Ortadoğu'da kimi operasyonlarda İngiliz ve Fransızlar'ı yalnız bırakması gibi. Henry Kissinger gibi real politik ekolünün önde gelen ismi bile Amerika'nın dünya siyaset vizyonunun bu ahlaki temeller üzerine yükseldiğini Diplomacy isimli eserinde uzun uzun anlatır. Hatta bu dev eserin ana fikri Wilson'un iyimser ahlakçılığının ABD'nin süper güç olarak küresel stratejilerini şekillendirmede nasıl etkili olduğu tezi üzerine kuruludur. Bu anlamda Woodrow Wilson'un yüzyılın başlarında ortaya attığı adalet üzre barış esprisi etrafında "ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı" prensibi uluslararası sistem açısından bir paradigma değişimi olarak algılanmıştır. Amerikan değerler sisteminin ürettiği bir "küresel etik" kavram olarak kabul edilen bu ilkenin ABD politikalarını da meşrulaştıran içi boş slogana dönüşmesi üzerinde de pek durulmamıştır. Hatta bizzat kavramın kendisinin sorgulanmaya muhtaç olup olmadığı postmodern siyaset teorileri devreye girinceye kadar gündeme gelmedi. 'Ulusların kendi kaderini tayin hakkı' ilkesini tartışmaya açan önemli isimlerden biri Alman Hans Küng'tür. Yeni bir küresel etik kavramı geliştirmeye, bunun ilkelerini temellendirmeye çalışan teolog Hans Küng'ün 'bir Alman olarak' Wilson prensipleriyle hesaplaşmaya girmesi kaçınılmazdı. Önümüzdeki dönemde en tehlikeli dînî fanatizmin Yahudi fanatizmi olacağını, bu fanatizmin önüne set çekilmemesi durumunda dünya barışının tehlikeye gireceğini söyleyen Küng; yeni Avrupa'nın Orta- çağ Hıristiyan kimliği üzerine inşa edilmesine de karşı çıkar. Mutlak sekülarizmin insanlığı felakete götürdüğünü savunan Küng Wilson prensiplerini etik zafiyeti açısından verdiği örnek ilginçtir: Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının tanınmasını isteyen Wilson bu hakkın sadece Osmanlı ve Avusturya imparatorluğunun parçası olan unsurlar için geçerli olduğunu, Fransız ve İngiliz kolonyalizmi altındaki unsurlar için bu ilkeleri uygulamadığına dikkat çeker. Amerikan dış politikasının şahinlerinin bile Amerikan emperyal gücünün ayrıcalıklı yanı olarak örnek gösterdiği Amerikan idealizminin sınırı Osmanlı coğrafyasında sona eriyor. Yüzyılın başında uluslararası ilişkilerde paradigma değişimine yol açan ilkelerin adı olan Amerikan değerlerinin ne kadar etik değer ihtiva ettiğine dünya, bizzat yaşadığı pratiklerle tanıklık etti. ABD'nin 'demokrasi getirmek' adına başlatacağı savaşın 'Wilson ilkelerinin geçersiz' olduğu bir coğrafyaya yönelik olmasını siyaset kültürü ve tarihi hafızanın belirleyici ilkeleri açısından ele almakta yarar var diye düşünüyorum. Ulusların kendi kaderini tayin adına Osmanlı'yı tasfiyesine meşruiyet kazandıran Amerikan ahlakçılığının demokrasiyi getirmek adına Osmanlı mirası coğrafyaya yeniden müdahil olmasının etik ve siyasi meşruiyeti üzerinde durulmalı. Burada temel sorun, siyaset adamlarının ve kuramcıların ahlakçı ve idealist olduğu olmasıyla övündükleri Amerika'nın küresel politikalarının demokrasi konusunda neden sorgulanması gerektiğidir. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin demokratik bir tavırla ABD'nin ahlak dışı teklifini reddetmesinin Amerikan ilkeleri açısından anlamı bu konuda anahtar olabilir. Bunun sağlıklı bir cevabını verebilirsek, Ortadoğu'ya demokrasinin gelip gelmeyeceği ya da Arap ülkelerinin demokrasi konusunda samimi olup olmadıkları türünden spekülasyonlar da daha net biçimde açığa çıkartılabilir. Eğer Amerika'nın, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin aldığı demokratik tutumdan memnun kalmışsa Ortadoğu'ya demokrasiyi getirmek konusunda da samimi olduğunu varsayabiliriz. Daha demokratik bir Ortadoğu Amerikan isteklerine daha çok direnç anlamına gelecekse, toplumsal taleplerin siyasete taşınabildiği bir Ortadoğu Amerika'nın daha az söz geçirebileceği bir bölge olacaksa Amerika'nın bölgede krallıklardan, diktatörlüklerden vazgeçmesi düşünülebilir mi? Irak'ta Saddam gibi bir diktatörü devirip demokratik bir yönetim kurmak iddiasıyla savaş savaş hazırlığı yapan böylesi bir diktatörlük olmasaydı savaş için gerekçe ve zemin bulabilir miydi? Ortadoğu ülkeleri demokrasiye geçmeye karar verse Amerika bu durumdan memnun kalır mı? Dahası buna izin verir mi?
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |