T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Dil sadece 'lisan' demek değil ki 'gönül' de demek!

Bugün yine günceli gündemimize almayacak, belki gündemimizi güncele taşımaya çalışacağız.

Burada, ikinci cümlenin başındaki "belki" sözcüğünü 'ihtimal' bildiren "belki" ile karıştıracak olanları uyarmak amacıyla hemen söylemeliyim ki bu "belki" bugün kullanıldığı haliyle tereddüt ve ihtimal değil, rabıta edatı mevkiinde "bilakis" anlamı taşımaktadır.

O halde hemen soralım: Arapça ve Farsça'dan mürekkeb bu sözcük (bel-ki), bilinen anlamı yerine 'bilakis' karşılığında kullanıldığında genel okurun mânâya intikali zorlaştırılmış, hatta birçok uzman (!) dilcinin bile farkına varmadığı bu kullanıma bir günlük gazete yazısında yer verilmekle lüzumsuz bir dil gösterisi yapılmış olmaz mı?

Her iki suale cevabım da müsbet olacaktır: Evet!

Bir ıstılah/terim olmadıkları takdirde, üstelik bir zaruret de yokken kenarda köşede kalmış kullanımlara hayatiyet kazandırmaya çalışmak en hafif tabirle lüzumsuz bir çabadan ibarettir. [Keza bugün 'fakat" sözcüğü -aslına uygun olsa da- "ancak" yerine "sadece" anlamıyla kullanılsa veya "bilhassa" denilecek yerde "ba-husus" denilse burada bir gayretkeşlik kokusu almamak mümkün mü?!]

Garabet, yani garib (pek bilinmeyen, tanınmayan) kelimeler kullanmak İlm-i Belağat kaidelerince kusurdur; zira muhatabın mânâya intikalini güçleştirir, bazen de engeller. Bu kusur kelimelerin bilinmeyen, tanınmayan anlamlarının kastedilmesi halinde de variddir.

Hal böyleyken, bu satırların yazarının, yukarıdaki tesbitleriyle -zahiri itibariyla- tezad teşkil edecek şekilde yazılarında pek bilinmeyen, tanınmayan (eski-miş) kelimelere yer vermesi ya da bilinen kelimeleri zaman zaman pek bilinen anlamlarıyla kullanmaması kişinin kendi kusurunu itiraf etmesi değil de nedir?

Evet öyledir! İmdi, aşağıdaki paragrafı -taleb üzre- biraz daha açalım:

-"Sözün özü, üslubumun İlm-i Belağat'ın en köklü kaidesi olan 'mukteza-yı hâle mutabakat' kaidesine muvafık, dolayısıyla da beliğ ve fasih olmadığını, çünkü 'hâl' ile muhatabın halinin kastedildiğini ve fakat buna mukabil üslubumun 'mukteza-yı hâlime' tamamiyle mutabık bulunduğunu kabul ve itiraf ederim."

Yani, bir söz, muhatabın haline, düzeyine uygun olmalıdır. Mesela bir hatibin tevhid ehlinin karşısında "Allah birdir" demesi yeterlidir; "Muhakkak ki Allah birdir" diye ayrıca sözünü tekid etmesine (kuvvetlendirmesine) lüzum yoktur. Aksi halde fazladan bir sözcük kullanmış, dolayısıyla zaid konuşmuş olur ki hitabı mukteza-yı hale mutabık olmadığı için beliğ vasfı taşımaz. Ancak hatib, dinleyicilerinin arasında tevhid inancına sahip olmayan ya da itikadında bozukluk bulunan kimselerin mevcudiyetine rağmen "Allah birdir" demekle yetinir ve sözünü "Muhakkak ki" vurgusuyla tekid etmeyi ihmal ederse, bu sefer sözünü noksan söylemiş ve yine beliğ konuşmamış olur. Oysa söz ne eksik, ne fazla, maksad neyse onu ifade edecek denli tam olmalıdır. (Belağat âlimleri "mukteza-yı hal"i zahir ve batın olmak üzere ikiye ayırıp hatibin bazen muhatabın halinin zahirine değil, batınına dahi hitab edebileceğini söylemişlerdir ki tafsilat ister.)

Gazetelerin ve tabiatıyla gazete yazılarının herkese hitab etmesi beklenir. O halde herkese hitab edecek, yani kolay anlaşılacak şekilde olmaları gerektiği izahtan varestedir. (Ziya Gökalp gazetenin halkın, kitabın ise seçkinlerin bilgilenme aracı olduğunu söylerken bunu mu kastediyordu acaba?) Mukteza-yı hale mutabakat, muhatabın halinin gereklerine riayet demek olduğuna göre, gazete yazıları da umumiyetle halkın konumuna ve beklentilerine mutabık olmalı, dolayısıyla yavaş okunmak için değil, bir çırpıda okunacak şekilde yazılmalıdır: gündelik kelimeler… üç-dört kelimelik cümleler… iki-üç cümlelik paragraflar… ve hepsinden önemlisi güncel konular…. VE tabii bir de görsel malzeme desteği… Sonra?

Sonrası yok! Sorun kendisine seslenilende olsa, gerçekten de hepsi bu kadar! Ne var ki asıl sorun seslenende… kendisine, seslenilen olarak "herkes"i seçmeyi beceremeyende… mutabakatı kendisinde aramaktan bîtab düşüp de bir türlü pencereden dışarıya bakmayı başaramayanda…

Başkalarının halini nazar-ı itibara alıp almadığı bir yana bari kendi kendisiyle konuşuyormuş gibi yapsa belki hoşgörülür ama "…mış gibi" de yapmayıp ya düpedüz kendi kendisiyle konuşursa?! İşte o zaman Bayezid-i Bistamî hazretlerinin işaret ettiği şu tezad ortaya çıkar:

-"Kırk yıldır insanlarla tekellüm ediyorum, onlar beni kendileriyle konuşuyorum sanıyorlar."


16 Şubat 2003
Pazar
 
DÜCANE CÜNDİOĞLU


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED