AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

Y A Z A R L A R
Osman Osmanoğlu'nun Osmanlıcası

Şâh-ı Nakşibendî'ye "Efendim, nesebiniz nereye varır?" diye sorduklarında, Hazret şöyle cevap vermiş:

- "Evlâdım, hiç kimse neseb ile bir yere varamaz!"

Hakikaten neseb ile asaletin kişilik, mizac ve karakterin oluşumundaki yeri en nihayet bir yere kadardır. Soyla sopla övünmek (tefahur) dinimizce makbul olmadığı gibi, ehliyet ve liyakatın salt soyla sopla kazanılamayacağı da muhakkaktır. Hepimiz neseben Adem'den geliyoruz, Adem aleyhisselâm ise topraktan. Gideceğimiz yer ise yine önce toprak. O halde tefahur sebebi aranacaksa bu sebep her halukârda Hz. İnsan olmakta, Hz. İnsan olmakla, Hz. İnsan olmaya çalışmakla aranıp bulunmalı. Nitekim Türkçemizde güzel bir deyiş vardır, "Adam olmak" diye. Adam olmak, Adem olmak demektir, yani insan olmak. Beşer doğarız, ama insan oluruz. İnsanlık doğmakla değil, olmakla elde edilir bir vasıftır. Bilkuvve insanlar dolaşıyor aramızda, bakın bu doğru. Oysa bilfiil insan olanlarımız ne kadar az değil mi?

Efendimiz (s.a) Kur'an lisanıyla "Ben de sizin gibi bir beşerim" demiştir. Lâkin "Ben de sizin gibi bir insanım" dememiştir. Beşeriyetin koşulları başka, insaniyetin koşulları daha başka. Biri başlangıç noktası (ibtida); diğeri varış noktası (intiha)!

"Vali olmuşsun evlâdım ama hâlâ adam olamamışsın" diyen babanın hikâyesini hepimiz biliriz. O halde herhangibir makama çıkmayı değil, insaniyetin basamaklarını tırmanmayı önemsemeli kişi. Tüm sıfatları bir kenara koyup zâta bakmalı, zâtı hoş tutmalı. Nitelenen olmasa nitelik mi olurdu? Olmazdı. Önce nitelenecek bir 'şey' haline gelmeli, sonra güzel nitelikler sahibi olmaya bakmalı; yoksa, hiç beklememeli de hemen yok olmalı.

YKY'nin geçenlerde neşrettiği Şehzade Ali Vâsıb Efendi'nin "Bir Şehzade'nin Hâtırâtı: Vatan ve Menfâ'da Gördüklerim ve İşittiklerim" (İstanbul, Ekim 2004) adlı eserini okumaya başlamadan önce bu metnin Osmanlı hanedanının son mensuplarından hareketle yakın tarihimiz hakkında bazı değerlendirmeler yapmak için bir vesile teşkil edeceğini düşünmüştüm. Yanılmışım. Zaten genel hatlarıyla bilinen kimi olayların içeriden bir bakışla kuru bir tasviriyle karşılaştım ne yazık ki. Bir şehzade'nin anılarından, fazlasını beklemekle çok iyimser davranmış olmalıyım. Çünkü kitabı okurken "Yedikleriniz içtikleriniz sizin olsun, gördüklerinizi anlatınız" deyip durdum. Sürekli parasızlıktan yakınılıyor olmasına rağmen kitap boyunca işret meclislerinin helecanlı tasvirleri, çapkınlıkların, gezip eğlenmelerin, yiyip içmelerin lüzumsuz derecede detaylı aktarımları neredeyse bitmek bilmedi.

Tamamen boştu demiyorum, dediğim şu: okuduklarım hiç de hoş değildi. Kendi adıma değil, memleketimizin yakın tarihi adına.

Buyurunuz, size Ali Vâsıb Efendi'nin dünyasından kısa bir kesit:

- "New York'ta ikametimizin son gününde Osman Ertuğrul Efendi'nin refikası ile Metropolitan Müzesi'ne gittik. Koca müzeyi bir iki saatte âdeta koşarcasına gezdik, çünkü öğleden sonra tayyaremiz hareket edecek idi. Müzede dolaşırken bir şey beni çekti. Birinci salonda bir camekânda bir kılıç vardı, onu görerek karşısında durdum ve yazıyı okudum. Sultan Beşinci Murad İtalyan Morassini Paşa'ya hediye etmiş ve bilâhare 1944'de vârisi olan kızı Gilda, Metropolitan Müzesi'ne hediye etmiş.

İçimden, "Aman yârab!" dedim. "En ufak kıymetli bir eşyasına mâlik olamayan bizler yerine, dedem Beşinci Murad'ın binlerce dolar kıymetindeki bir kılıcına bir İtalyan ailesi nail olmuş. İmparatorluk zamanında milyonlar eden servetten bir habbe bile bir miras sahibi olamadık. Ne kötü bir talih!"

Evvelâ yalnız üç ay padişah olan ceddim Sultan Beşinci Murad olmayıp başka bir Sultan Murad'ın olduğunu zannetmiştim. Fakat iyice okuyup Beşinci Murad olduğunu gözümle gördüğümde hayretler içerisinde kaldım. Bunu Osman Efendi'nin refikasına söylediğimde, "Haydi, müze müdürünü görüp Sultan Murad'ın hafidi [torunu] olduğunuzu söyleyiniz ve vaziyetinizi anlatınız" diyerek şaka etmiş idi." (s. 340-341)

Osman Ertuğrul Efendi'nın refikası, zann-ı âcizaneme göre şehzadeyle şaka etmemiş, düpedüz alay etmiş. Çünkü ceddinin kılıcının bir İtalyan ailesinde olmasından duyduğu esef, herhangibir soylu duygunun tazyikinden kaynaklanmıyor; çünkü bu yakınma, "koca servetten bir habbe bile bir miras sahibi olamayışını" kötü talihin eseri olarak gören bir şehzadenin âdeta "Ah şu kılıç şimdi benim mülkümde olsaydı nasıl da satıp parasıyla sefa ederdim" demesinden başka bir mânâyı akla getirmiyor.

"Annesinin kendisini Fransız terbiyesiyle, babasının ise İngiliz terbiyesiyle yetiştirmek istediğini ve fakat babasının tercihi doğrultusunda İngiliz terbiyesiyle büyüdüğüne işaret eden Ali Vâsıb Efendi'nin oğlu Osman Osmanoğlu, bakınız giriş yazısında ne diyor:

- Osmanlı harflerini, özellikle de el yazısını yeterli derecede okuyamadığımdan, İstanbul'daki Osmanlı Arşivi'nden ... Bey'in yardımına başvurdum. Özgün metni Latin alfabesine büyük bir başarıyla çevirdiğinden kendisine ebediyyen müteşekkirim." (s. 8)

Anlaşılıyor ki Osman Osmanoğlu babasının hâtıratını okuyabilecek kadar Osmanlıca öğrenmek imkânı bulamamış.

"Ne kötü bir talih!" diye işte ben buna derim. Yazık, hakikaten çok yazık!


5 Aralık 2004
Pazar
 
DÜCANE CÜNDİOĞLU


Künye
Temsilcilikler
Abone Formu
Mesaj Formu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Çocuk
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED