AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

D Ü Ş Ü N C E    G Ü N L Ü Ğ Ü
Bir Fransız askerinin kaleminden CEZAYİR'DEKİ FRANSA

  • DR. ALİ MESUD ERENGİL
    "1982 yılıydı" diyor Fuchs, "Birgün, bir televizyon yapımcısı ve aynı zamanda aile dostu olan Denis Chegaray, ismini 'Cezayir Savaşı, Bir Neslin Gömülü Hatırası' olarak koymayı düşündüğü bir televizyon programında konuşup konuşamayacağımı sordu. Programın adı hoşuma gitti. Bir hafta kadar düşündüm: Chegaray'e söylediklerimin en azından bir kısmını kamera önünde de söyleyebilir miydim? 'Evet!' dedim. Programı gerçekleştirdiğimizde, bu konuda bir gün kitap yazacağımı da artık biliyordum. Aradan zaman geçti. (...) Harekete geçmek yine de kolay olmadı. 19 Haziran gecesi ilk kağıdı önüme koyduğumda son defa tereddüt geçirdim: Bende, gerçekten kitap yazacak kadar hatıra kalmış mıydı? Ve, yazmak istediklerim, oraya gitmemiş olanlar tarafından kabul edilecek miydi? (...) Bu kitabı, Cezayir'e giden, fakat asla konuşmayanlar için yazdım. Çocuklarım için, onların bilmesi için yazdım. Bütün Fransa vatandaşları için yazdım. Hepimizin düşünmesi için yazdım. Cezayir'de olup bitenlerin ne bizim ülkemizde ne de başka bir yerde bir daha meydana gelmemesi için yazdım."

    Arka kapakta yeralan Yayınevi'nin takdim yazısında ise şu ifadelere yerverilmiş: "Bu kısa yazılarda, bir askerin ikilemleri, uçsuz-bucaksız tabiatın ortasında tecrit edilmiş halde yaşadığı şaşkınlıklar, ve bilhassa, vazifesinin boşyere olduğu yönündeki hisleri ön plana çıkıyor. Çok sayıda isimsiz askerin yaşadıklarının kaleme alındığı, aynı zamanda Cezayir savaşına dair yazılanları da alt-üst eden bir şahitlik bu."

    Kitabın, Ruhunu Kaybetmek adlı VII. bölümünde yeralan Şok başlıklı yazıda Fuchs, şunları yazıyor: "Üsteğmen H ve ben, V33 Komando Birliği'ne aynı anda geldik. H, buraya gelmeden önce bana teklif edildiğinde seçmediğim görevleri üstlendi; yani istihbarat subayının fonksiyonlarını. Onu çok seyrek görüyorum. Antipatik değil, fakat çoğu zaman gizli meşguliyetleri var gibi. Operasyonlara bizimle birlikte katılmıyor. İnsanlara bakışı benimkinden farklı. Bir jip şoförüne verdiği ceza sebebiyle bir kaç kez karşılaştık. Şoför beni tanıyordu. Evet, kaza yapmıştı. Fakat duruma şahitlik eden herkes onun sorumlu olmadığı konusunda hemfikirdi. Şoför, benim H ile konuşup cezayı engellememi istedi. H ile konuştum. Tavrının âdil olmadığını söyledim. Bana, şoförün sorumlu olmadığını bildiği, fakat bir kazaya karışan herkesin cezalandırılması durumunda, istatistikî açıdan daha az kaza meydana geldiği ve her bir askerin daha dikkatli olduğu şeklinde bir cevap verdi. Fikrini değiştirtemeyeceğimi anladım ve ısrar etmedim. Bugün kampta onu arıyorum. Her zamankinden daha uzak bir bölgeye asker göndereceğim. Orada fel (fransızlarla savaşan Cezayirli köylüler, fellahlar) olup olmadığı konusunda bilgisine müracaat edeceğim... Koridorda karşılaştığım bir asker H'nin iki kapı ötede olduğunu söylüyor. İkinci kapıyı itiyorum.

    Tüyler ürpertici manzaralar

    Gördüğüm manzara beni yerime mıhlıyor. Çıplak bir köylü el bileklerinden ve ayaklarından bir demir bara bağlanmış. Bar, yerden bir metre yüksekte iki destek üzerine dayanıyor. Adamın ağzına bir bez tıkmışlar. Vücudunun çeşitli kısımlarından elektrik telleri sarkıyor. Üsteğmen H ve yardımcısı adamın üzerine eğilmişler. Kapıyı yavaşça kapatıyorum. Beni gördüklerinden emin değilim. Mideme sert bir yumruk yemiş gibiyim. Bundan asla bahsetmeyeceğiz."

    Ağaç başlıklı yazıda ise şu hâdise anlatılıyor: "Sonu gözükmeyen birlik Fedhaha vâdisinden iniyor. Şafakla başlayan yorgun bir günün sonundayız. Görevim gereği, önümde uzanıp giden hareketli omuzların üzerinden ara-sıra ileriye bakmam gerekiyor. Sabah arama-tarama yapılan, öğleden sonra gözetlenen bu bölgenin boş olduğunu biliyorum.

    Fakat birden bir sürprizle karşılaşıyorum. Bir hayli uzağımızda, bu çölün ortasında, bir ağaç iskeleti duruyor. Üzerinde yaprak yok. Ağacın altında bir grup insan görülüyor. Yaklaşıyoruz... Ağacın dallarına ayaklarından asılmış, başı aşağıda bir köylü. Vücuduna bağlı ipler yere sarkıyor. Aşağıdaki askerlerden biri, elinde tuttuğu ipi döndürüyor.

    Bu görüntüyü kaydettim. Hafızamda duruyor... Sıcak ve yorgunluktan tükenmiş askerler de bunu görüyorlar mı? Yoksa görmüyorlar mı? Onlar da benim gibi, bu resmi kaydettiler mi?"

    Benim Bölük başlıklı yazıda, bir başka korkunç olay anlatılıyor: "Beni uzun zaman düşündüren son hâdise şuydu. Birçok köylünün öldürüldüğü, bölüğün, jipleri beklemek için bir mezra yakınında durduğu bir akşam vaktiydi. Bir evin yan tarafında yerde üç fel cesedi yatıyordu. Bekleyiş devam ederken yalnız başıma kalmak için mezranın öbür tarafına ilerledim. Köşeyi dönünce adamlarımdan biriyle karşılaştım. Fransa'nın güney-batısından, sürekli gülen bir askerdi. Yerdeki kadavralardan birinin kulağını kesmeye çalışıyordu. Onun beni görünce duyduğu şaşkınlık kadar ben de şaşırdım. Ne yaptığını sordum. Kulağı nişanlısına göndermek için kestiğini söyledi..."

    Fransa, Cezayir sorununu çözsün

    Gêrard Fuchs, Assubay C'nin sonu başlıklı yazısında, C'nin, yakaladıkları bir feli konuşturmak için askere işkence emri verdiğini ve bizzat işkenceye nezaret ettiğini anlatıyor. Birkaç gün sonra assubay C kafasına aldığı bir kurşunla ölüyor.

    Yazarımız, Üsteğmen A'nın Ölümü bölümünde şu gerçekleri dile getiriyor: "Üsteğmen A, Batna'da istihbarat subayıydı. Mayın arama uzmanıydı ve mayın depolarını bulmaya çalışıyordu. Birgün bana bürosunun duvarında asılı duran bir panoyu gösterdi. Cezayirli direnişçilerin piramit şeklinde gösterilen teşkilat şemasıydı bu. Bazılarının fotoğrafları da yeralıyordu. Kiminin üstüne çarpı konmuştu. 'Bunu nasıl yaptığımı tahayyül edebilir misin?' diye sordu bana. Aslında herkes biliyordu. Mayına basan direnişçiler veya siviller ve canlı veya ölü, cesetlerden geriye kalanlar... Üsteğmen A bir yerlerde bunları yapıyordu ve daha fazla sonuç elde etmek için de, giderek daha fazla risk alıyordu. Kendi nazarında, yaptıklarını haklı çıkartmanın tek yolu olarak da bunu biliyordu... Olağan bir savaşta, bedenen ölme tehlikesi vardır. Cezayir'de ayrıca, ruhu kaybetme riski de var. Ve bazen beden bu kadarını kaldıramıyor."

    Gêrard Fuchs kitabında, Cezayir'de yaşadığı bir yılın iz bırakan başka hatıralarından da bahsediyor. Fakat, yukarıdaki örnekler, Fransa'nın işgali devam ettirmek uğruna yaptığı katmerli mezalimin boyutlarının nerelere vardığı konusunda fikir vermek için yeter herhalde. Evet, Cezayir Devlet Başkanı Buteflika, Fransa'nın Ermeni meselesiyle uğraşacağına önce kendi bahçesindeki pisliği temizlemesini ve 1945 katliamlarını tanımasını istiyor. Bu, çok gecikmiş olsa da, ilk defa bir devlet başkanının ağzından bu kadar net ve kararlı şekilde ifade edilmiş olması itibariyle önemli bir adım. Netice alınabilmesi için ise, Fransa adına Cezayir'de savaşan, katliamlara ve işkencelere şahit olan, fakat bugüne kadar susanların arasından, Gêrard Fuchs gibi konuşacak daha başkalarının da çıkması gerekiyor.

    Gêrard Fuchs'un milletvekili olarak önceki yıllarda yaptığı girişimlerin fazla yankı bulmaması da yalnız kalmasından kaynaklanıyor. Fuchs, 18 Kasım 1994'de Sosyalist Parti Kongresi'nde bir Cezayir delegasyonunu kabul konuşmasında, Fransa'nın Cezayir'deki yanlışlarını diplomasi diliyle ortaya koyuyor. Yapılması gerekenleri sıralıyor. Cezayir'deki İslâmcılarla da oturulup konuşulmasının gerekliliğine inandığını belirtiyor.

    Ayrıca, Fransa Millet Meclisi'nin 15 Ocak 2002 tarihli oturumunda, 19 Mart gününün, Cezayir, Fas ve Tunus'taki savaşların sivil ve asker kurbanlarının hatırasına millî gün olarak ilân edilmesi yönünde bir kanun teklifi sunuyor. Fakat, görüldüğü gibi, Fransa, Ermeni meselesinden duyduğu derin üzüntü !) ve göz yaşartan insanî hassasiyetler(!) sebebiyle, dikkatini bir türlü Kuzeybatı Afrika'da yapmış olduklarına çeviremiyor. Fransa, şuuraltından asla eksik olmayan eski(mez) sömürgeci refleksleriyle kekeleyeceğine, Buteflika'nın bir devlet başkanı, Cezayir'in de bir devlet olduğunu kabul edip, dinlemeyi ve kendisiyle yüzleşmeyi öğrenmeli artık. Bir yanda, işgalci sıfatıyla yaptıkları işkencelere ve insanlık suçlarına rağmen yüzü kızarmayanlar; diğer yanda ise, dışarıdaki düşmanın işbirlikçisi sıfatıyla isyan edip asayiş güçlerine ve yerli halka saldıran, tehcir edilmek istendiğinde kabul etmeyip bunu iki tarafın da kayıp verdiği bir çekişmeye dönüştüren Ermenilere karşı hükümran olduğu toprakları korumaya çalışanlar...

    Gerard Fuchs 1941 doğumlu bir Fransız. Halen Fransa'da CNRS'de (Millî Bilimsel Araştırmalar Merkezi) ekonomi uzmanı olarak çalışıyor. Fuchs'un 2003 yılında Paris'te Denoel Yayınları tarafından yayımlanan Cezayir, Gömülü Bir Hatıra isimli kitabı 1954-1962 arasında cereyan eden Cezayir savaşının en azından belli bir döneminde Fransız askerlerinin yaptığı kıyım, işkence ve insanlık dışı muameleler hakkında önemli bilgiler ihtiva ediyor. Cezayir halkı 130 yıllık Fransız işgaline karşı bağımsızlık mücadelesi vermeye devam ederken Fuchs, 1961'de asteğmen olarak Cezayir'e gönderilmiş. Bir yıl süreyle sıcak çatışmalara katılmış ve daha sonra ülkesine dönmüş. 1981'de siyasete atılmış. Sosyalist Parti'den milletvekili olarak 1981-1984 ve 1989-1994 arasında Avrupa Parlamentosu'nda, 1986-1988 ve 1997-2002 arasında Fransa Millet Meclisi'nde görev yapmıştır.


    HAKİKATTEN HAMASETE KAÇIŞ

    Türkmenistan Devlet Başkanı Türkmenbaşı'nın kaleme aldığı söylenen Ruhnama, metodolojik bir endişe taşımadığından çok büyük iddialarla birlikte bilimden efsaneye, akl-ı selimden hamasete kaçışın tipik bir örneğini teşkil etmektedir.

  • DOÇ. DR. MESUT ERDAL
    Bir devlet başkanının siyasî, idarî karizmatik vasıflarının yanında, ilim ehli, kalem erbabı olması, insan, toplum ve tarih hakkında bilgi birikimine sahip bulunması o devlet için bulunmaz bir hazine ve eşsiz bir kıymettir. Ancak bir devleti idare etmenin kendine has usul ve metodları olduğu gibi her bir ilim sahasının da kendine has usul ve metodları vardır. Bu usul ve metodlar takip edilmeksizin doğruyu tesbit etme, ilmî bir neticeye ulaşma imkansız denecek ölçüde zordur. Bu açık gerçeği, bugünlerde okuduğum Ruhnama adlı kitapta daha net bir şekilde müşahade etme imkanım oldu. Türkmenistan Devlet Başkanı Sayın Saparmurat Türkmenbaşı'nın kaleme aldığı söylenen Ruhnama, metodolojik bir endişe taşımadığından çok büyük iddialarla birlikte bilimden efsaneye, akl-ı selimden hamasete kaçışın tipik bir örneğini teşkil etmektedir.

    'Türkmen'in anlamı gerçekten Türkmenbaşı'nın dediği gibi mi?

    Kitabın hemen başında güya "Türkmen" kelimesinin etimolojik izahı yapılıyor, bu izahtan hareketle "Türkmen" kelimesine bir mana yükleniyor ve yüklenen bu mana ısrarla kitapta farklı yerlerde vurgulanıyor. Bu etimolojik izaha göre Türkmen kelimesi şöyle türemiş: "Yüce Tanrı, Türkmen'e velutluk verdi. O, çoğaldıkça çoğaldı, arttıkça arttı. Tanrı ona iki özellik verdi: Ruh yüceliği ve cesaret. Yolunu aydınlatacak bir ışık olarak da onun gönlüne ve zihnine feraset meşalesini koydu. Bundan sonra bu kullarına umumi isim verdi: Türk iman. Türk; asıl, iman, nur demektir. Buna göre Türk iman yani Türkmen şu anlama gelir: 'Aslı nurdan.' Türkmen adı dünyada işte böyle türedi." (s. 10).

    Yazarın kendine biçtiği misyon

    Ruhnama, bir siyasetçinin siyasi meselelerle ilgili halka yaptığı konuşmalarla kendini sınırlamıyor. Yazarın, kitaba biçtiği misyon bir hayli dikkat çekici: "Türkmenler, tarihte bu kadar çok devlet kurmuşlar, bugün ise kendi topraklarımızda yeniden milli, bağımsız devletimizi kurduk. Atamız Oğuz'un ruhunu yeniden dirilttik. Tarih sayfalarında kalan bütün bu devletler bizim kurduğumuz devletle doğrudan ilgilidir. Ayrıca onların arzu edip hiçbir zaman ulaşamadıkları şu üç özelliği de kendinde toplamıştır: Bunlar: Milli bağımsızlık. Sürekli tarafsızlık ve Türkmen'in Ruhnamesi'dir."

    Türkmenbaşı'na göre şimdiye kadar kurulmuş devletler içinde Ruhnama gibi bir eser ortaya konulmamış/konulamamış. Bu sebeple uzun tetkikler sonucunda yazar şu sonuca varmış: "En sonunda şu neticeye geldim; yeryüzündeki Türkmen'in en iyi vasıflarını, ruhunu bütünleştiren kitap olsun, yani bir ruhnamesi olsun. Bu bizim kaybolan kitaplarımızın yerini doldursun, Türkmen'in Kur'an'dan sonra başucu kitabı olsun." Kur'an'ın tavsiye buyurduğu tevazu, mahviyet gibi temel disiplinlerle, böyle bir üslubun ne ölçüde telif edilebileceği bir yana, "Kur'an'dan sonra başucu kitabı" olarak tavsiye ve teşvik edilen böyle bir kitabın her bir satırının naklî ve aklî ilimlerin kıstaslarından geçip geçmediği de ayrı bir soru olarak karşımızda durmaktadır. Eğer, sayın Türkmenbaşı, Ruhnama'yi dini ve ahlaki ilimlerde "Kur'an'dan sonra başucu kitabı" olarak görüyorsa, şu husus kesinlikle bilinmelidir ki, sahasında otorite bütün İslam alimleri, bütün zamanlar için Kur'an'dan sonra müslümanların birinci başucu kaynağı olarak sünnet-i sahihayı görmüştür. Çünkü sünnet-i sahihanın, Kur'an'ın müphem kısımlarını tefsir, mücmel yerlerini tafsil, mutlak olan hükümlerini takyid, âmm olan kısımlarını da tahsis etme gibi, yeri kesinlikle bir başka kaynak tarafından doldurulamayacak ulvî bir konuma sahiptir. Bu sebeple bir müslümanın Kur'an'dan sonra başucu kitabı şu-bu değil, sünnet-i sahihadır.

    Türkmenbaşı'nın tarih perspektifi de, tarihi hakikatlere değil, hayal ve hülyalara bina edilmiş gibidir. "Olan"dan daha çok "olması arzu edilenler"in ifade edildiği bir yaklaşımla tarih yeniden üretilmektedir. Bu ideolojik bir yaklaşımdır ve ideolojik olduğu ölçüde de hakikatten ve ilmîlikten uzaktır. Mesela, bir yerde kesin ve kat'i bir üslup içerisinde şöyle deniyor: "Ey kardeşim! Türkmen, gökyüzünün altında, mukaddes toprağın üzerinde, elli asırdır Allah inancıyla yaşamaktadır." Ben de bir müslüman olarak şahsen Oğuz boylarının beşbin yıl boyunca Allah inancıyla yaşamış olmasını arzu ederim. Ama bu, tarihi gerçekler karşısında bir arzudan öteye geçmez. Çünkü biliyoruz ki, daha önce bir dönem tevhid inancı söz konusu olsa da İslamiyet gelmeden önce Oğuz boyları arasında, Şamanizm gibi paganist bir inanç yaygındı. Zaten bir dönem Türklerin, Arap müslümanlarla mücadele etmesi, daha sonra kabileler halinde İslamiyet'e girmesi, İslam gelmeden önce Türklerde farklı bir inanç sisteminin olduğunu açıkça göstermektedir. Öyle anlaşılıyor ki, Ruhnama, dini ilimler sahasında uzman bir ekip tarafından kritiğe tabi tutulmadığından ciddi risk sayılabilecek ifadeler içermektedir. Mesela "kutsal" kavramı. Şöyle ki, Türkmenbaşı, kendince beş bin yıl olarak gördüğü Türkmen tarihini beş zaman dilimine ayırmaktadır. Buna göre; "Türkmen ruhunun birinci çağında kutsal sembolü öküzdür." (s. 290). "İkinci dönemde ise; öküzün yerine kurt geçmiştir. Çünkü monoton, huzur ve barış içerisindeki günler artık sona ermiştir." (s. 291) Türkmenlerin İslam'a girmesiyle yani güya öküzün yerine kurdun geçmesiyle başlayan ikinci dönem için yazar, Türkmenin monoton, huzur ve barış içerisindeki günlerinin artık sona erdiğini iddia ediyor. "Barış" manasına "silm" kökünden gelen İslamiyet, yeryüzünde barışı temin ve tesis etmek üzere gönderilmiştir. İslamiyet'in gelmesiyle Türkmenin huzur ve barışı niçin sona ersin? İslamiyet gelmeden önce Türkmenler daha huzurlu ve barış ortamı içinde mi bulunuyordu?


    NECİP FAZIL'I ANLAMAK

  • GALİP BOZTOPRAK
    Aramızdan ayrılalı, gönüldaşlarını öksüz ve yetim bırakalı yirmiiki yıl oldu. O günlerde doğan erkekler fetih yaşına, kızlar ise fatihler doğuracak yaşa eriştiler. Bizler ise yıl dönümlerinde anma ve kutlama toplantıları düzenledik. Yaptıklarımız yapabileceklerimize eş değer olabildi mi? Bu mümkün mü? Hayır!..

    Nerde bir Necip Fazıl Enstitüsü, nerde bir Necip Fazıl Vakfı? Görünen o ki bütün bunlar hayal. Yine de ilçe belediyelerinin tesis ettikleri kültür merkezlerine Necip Fazıl Kısakürek Kültür Merkezi adını vermeleri umutlarımızın diri kalmasına vesile olmaktadır. Yazılı ve görüntülü basında yazılıp söylenenler Necip Fazıl'ı anlama hususunda ve temsil ettiği düşünceye katkıda bulunmaktan çok çok uzakta. Necip Fazıl'ı gündemde tutan, Necip Fazıl'ı anlatan ne acı bir gerçektir ki yine de Necip Fazıl'ın kendisi olmaktadır. O, o kadar büyük ki kendisini unutturmuyor. Hatırlayanlar da bunu kendilerinden menkul zannediyorlar. Gündemi hamasi nutuklar, zihinlerde kalan kırık dökük hatıralar işgal etmekte. Bütün bunlar da o büyük deha, o büyük şair, o büyük sanatçı, o büyük fikir adamı, o büyük gönül adamı ve o büyük dava adamının anlaşılmasına değil daha da anlaşılmamasına sebep oluyor. O, o kadar büyük ki yine de kendini hatırlatıyor ve hatırlatmaya devam edecek. Kayda değer yazılıp çizilenler ve yapılıp edilenler de günümüz sisli ve bulanık ortamında unutulup kaybolup gitmekte. Ne mutlu onu daim hatırlayıp hatırlatanlara.

    Necip Fazıl'ın anlaşılması uğruna ortaya konanlar, Necip Fazıl'a ve ortaya koyduklarına hiçbir katkı sağlamaz. Olsa olsa bu gayret içinde olanlar kendi kendilerini yüceltirler. Necip Fazıl'ı anlamaya çalışmakla Necip Fazıl yaşamaz. Necip Fazıl'ın ve eserinin buna ihtiyacı yoktur. O büyük insan yirminci yüzyıla mührünü vurdu ve gerçek aleme yaratıcının huzuruna yüz akıyla vardı. Bizlere düşen ise halimize yanmak. Elimizden geldiğince de o büyük insanı fatihalarla yad etmek. Necip Fazıl anlaşılmaya muhtaç değil, bizler Necip Fazıl'ı anlamaya muhtacız. O, bitmez ve tükenmez bir hazinenin çilingiri , solmaz pörsümez yeninin davacısı, kutlu doğumların habercisi, kutlu şafakların bekçisi, nurlu ufukların işaretçisi, yarınların müjdecisidir.

    "Yarın elbet bizim elbet bizimdir,
    Gün doğmuş gün batmış ebed bizimdir".



  • 30 Mayıs 2005
    Pazartesi
     


    Künye
    Temsilcilikler
    Abone Formu
    Mesaj Formu
    Online İlan

    ALPORT Trabzon Liman İşletmeciliği
    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
    Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Sağlık | Arşiv
    Bilişim
    | Dizi | Çocuk
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
    © ALL RIGHTS RESERVED