AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

D Ü Ş Ü N C E    G Ü N L Ü Ğ Ü
KİMLİK KAYMASI

Türk milliyetçiliği temeli üzerine bir ulus-devlet inşa eden cumhuriyet ideolojisi; din konusunda, Marksist ideolojinin tezini aratmayacak katılıkta ve adeta onun etkisinde bir tutum sergilemiştir.

Yüzyıla yakın bir süredir kurulmuş bulunan cumhuriyetin, ilk yıllarından beri ortaya çıkan sorunlar, küçük farklarla halen varlığını sürdürmektedir. Ulus-devlet öncesi Osmanlı yönetiminde varolmayan bu sorunların, yeni devletle birlikte ortaya çıkması, bu dönemin doğru anlaşılması ve sağlıklı bir tahlile tâbi kılınması zorunluluğunu beraberinde getirmektedir. Geçmiş anlaşılmadan bugünü anlamanın zorluğunu ve hatta imkansızlığını tarih bize öğretmektedir. Öyleyse, baştan başlayarak Milli Mücadele ve sonrası dönemin gerçeklerini irdeleyerek işe başlamalıyız.

Belirleyici unsurlar değişti

İlk olarak; 1919 ile 1923 arası süren Milli Mücadele'nin başlatılması ve kazanılmasında itici güç, motivasyon kaynağı, birleştirici, bütünleştirici, her durum ve koşulda korunması gereken değerlerin rafa kaldırıldığı, onların yerine, toplumun günümüze kadar uyum sağlayamadığı yabancı değerlerin ikame edildiği gerçeği ile karşılaşmaktayız. Şöyle ki: Milli Mücadele'nin başlatılması ve geliştirilmesine yönelik bütün faaliyetlerde, özellikle Erzurum ve Sivas Kongreleri ile Büyük Millet Meclisi'nin gaye ve hedeflerini ortaya koyan belgelerle, başta Mustafa Kemal olmak üzere lider ve temsil görevini üstlenenlerin konuşma ve beyanlarında; din, şer'i- şerif, mukaddesat, hilafet, saltanat, memalik-i Osmaniye ve benzeri unsurların belirleyici olduğuna vurgu yapılmıştır. Büyük Millet Meclisi'nin açılmasından bir gün sonra 24 Nisan 1920'de Mustafa Kemal'in Meclis'teki konuşmasından: "Anadolu'ya mülki ve askeri hususatla muvazzaf olmak üzere ordu müfettişliğine tayin edildim, bu teveccühü din ve millet'e hizmet etmek için en büyük bir mazhariyeti ilahiye addeyledim"(1) 23 Nisan 1920'de Birinci Meclis'in açılmasından altı gün sonra 29 Nisan 1920 birleşiminde kabul edilen 'Hiyanet-i Vataniye Kanunu'nun birinci maddesi: (Bugünkü Türkçe'yle): "Yüce halifelik ve sultanlık-padişahlık- makamı ve Osmanlı Devleti'ni yabancıların elinden kurtarma ve saldırıları savmak amacına yönelik olarak oluşturulan Büyük Millet Meclisi'nin meşruiyetine isyanı içeren sözle veya eylemle veya yayın yoluyla muhalefet veya bozgunculukta bulunan kimseler vatan haini sayılır."(2)

5 Eylül 1920'de kabul edilen "Nisabı Müzakere Kanunu" nun birinci maddesi: "Büyük Millet Meclisi, hilafet ve saltanatın, vatan ve milletin istihlas (kurtuluş) ve istiklalinden ibaret olan gayesinin husulüne kadar şeraiti atiye (aşağıdaki şartlar) dairesinde müstemirren (sürekli) inikat eder (toplanır)."(3)

Osmanlı mirası üzerine, "Milli Mücadele" ile kurulan 'Yeni Devlet'in, cephedeyken sahip olduğu, ancak, masa başına geçince, değişen paradigması ile "çağdaş uygarlık" hedefinin gerçekleştirilmesi için seçilen yöntem ve mekanizmalar; bütün toplum kesimlerinin bilinçaltında farklı ve onarılması güç izler bırakmıştır.

Projenin olumsuz özelliği

En şiddetli "travma" ve bunun yol açtığı "şok hali"ni yüzyıllardır sürüp gelen, geleneksel İslami anlayışa sahip ve "Devlet-i Ebed Müddet" psikolojisi içinde, yıkılmasını hayal etmeyi bile kabullenemeyen kesim, devletin yıkılışını görünce yaşamıştır. Hemen ardından, "yeni bir toplum yaratma ülküsü"nü gerçekleştirmek için harekete geçen "irade"nin, "kısa zamanda büyük işler başarma" adına, toplumu tepeden, hem de zecri yöntemlerle, dönüştürmeye kalkması, bu kesimin şaşkınlığını büsbütün arttırmıştır. Sersemletici travmatik gelişmeler karşısında, duruşunu olması gereken doğal çizgide tutma imkanını elde edememiştir. Davranışlarında, "kararsızlık" ve "savunmaya çekilme" hali, belirleyici olmuştur. Cumhuriyetin "din"i, gerilemenin yegane nedeni olarak gören kadroları; dinin, bireylerin özel yaşam alanı dahil sivil ve devlete ait bütün alanları şekillendiren ve etkileyen gücünü ortadan kaldırmaya yönelmişlerdir. Toplumsal yaşamı bütünüyle kuşatmış ve derinden etkilemiş, zihinsel ve toplumsal kodların şekillenmesinde birincil rol oynamış olan "din"in etkileri sıfırlanarak, yeni bir toplum oluşturmanın adımları atılmıştır. Toplumların değişim dinamikleri dikkate alınmaksızın uygulamaya konulan yeni proje; kırıp dökerek, baskı ve zora dayalı yöntemler kullanarak varolmayı hedeflemiştir. Türk milliyetçiliği temeli üzerine bir ulus-devlet inşa eden cumhuriyet ideolojisi; din konusunda, Marksist ideolojinin tezini aratmayacak katılıkta ve adeta onun etkisinde bir tutum sergilemiştir. Farklı coğrafyalarda yaşayan Müslüman toplumların kurdukları ulus-devletlerin, hiçbirinde rastlanmayan ölçüde, dini, tarihi ve kültürel izlerin silinmesine yönelik uygulamalara başvurulmuştur. Sözgelimi: Geçmişle bağların kesilmesini sağlayan alfabe değişikliğine başvuran başka bir ülke yoktur. Dini değerlerin yaşatılmasına yönelik çabalar, Dine bağlılık, kamu haklarından yararlanma ve bireysel özgürlükleri kullanmaya engel olmanın gerekçesi haline getirilmiştir. Dini vecibelerini yerine getirmek, dışlanmak ve horlanmak için yeter neden sayılmıştır. Başta Kur'an olmak üzere, dini yayın bulundurmak, okumak, okutmak veya yayınlamak cezalandırılmak için açık kanıt olarak değerlendirilmiştir. Dini kisve ve sembolleri taşımak suç telakki edilmiş, pekçok insan bu nedenle cezalandırılmıştır. Her var olanın varlığını bir şekilde ortaya koyması ve kendini ifade edecek bir kanal bulmaya yönelmesi doğaldır ve eşyanın tabiatının gereğidir. Özgün varlığı ile bu imkanı bulamadığında, kendini kamufle ederek başka bir görüntü altında varlığını sürdürür. Hiç değilse kısmen ifade ortamı bulabileceği, egemen gücün izin verdiği bir ekolla zorlama paralellikler kurarak varolmanın şartlarını elde etmeye çalışır. Biraz da sosyal konuların farklı yorumlara uygun olmasının verdiği rahatlık, yapay da olsa bir zemin bulmasına yardımcı olur.

İki örnek

Yasaklanan İnançların, bu yolla yaşamaya ve varolmaya çalıştıklarını, tarihteki bir çok deneyden anlayabiliriz. Nitekim, cumhuriyet tarihi boyunca bunun iki tipik örneğini; İslami kesim ile Kürt kesimi oluşturmuştur: İslami kesimin Türk milliyetçiliğinin kimi tezlerini savunur olması ve "sağcılaşma"sının altında yatan gerekçeleri burada aramak gerekir. Benzer şekilde red ve inkara tâbi tutulan ve özünde dine bağlı bir halk olan Kürtler'in, özellikle laik eğitim görmüş aydınlarının Marksist ideolojiyi benimseyerek solculaşması büyük ölçüde aynı gerekçelere dayanmaktadır. İslam'ın resmi ve kurumsal anlamda toplum hayatından bütünüyle çıkarılması ile yerine, seküler karaktere sahip, kısmen Türk milliyetçiliği, kısmen de sol tezlere dayalı bir "karma ideoloji" ihdas edilmiştir.

(1) Türk Parlamento Tarihi, c.1, s.4, TBMM Vakfı Yayınları, Ankara, 1994.

(2) A.g.e., s. 121. (3) A.g.e., s. 157.

  • MEHMET ALKIŞ / ARAŞTIRMACI


    İlkçağ filozoflarının âlemin yaratılışı konusundaki görüşleri

    1. Tales'e göre, âlemin mutlak yokluktan yaratılması imkansızdır. Her başlangıç aslında bir değişimden başka bir şey değildir. Bu sebeple tüm varlıkların kendisinden neşet ettiği ezeli bir maddenin varlığı zorunludur. Bu ezeli madde ise ona göre sudur. Tales'i, suyu tercih etmeye iten sebep, bütün varlıklar içerisinde değişim ve oluşuma elverişli tek varlığın su olduğunu görmesidir; çünkü su bazen kar, bazen buhar bazen de sıvı haldeki bir su olabilmektedir. Netice itibariyle bu vasıfları haiz olan suyun tüm varlıkların özü olduğuna inanmaktadır.

    2. Aneksimenes ise havanın sudan daha fazla değişime açık ve hayat için zorunlu olduğu düşüncesiyle, onu varlıkların özü olarak kabul etmiştir.

    3. Anaksimender su veya hava görüşünün, eşyanın tüm vasıflarıyla uyuşmadığını ifade ederek, varlıkların özünün şekli, sonu ve sınırı olmayan bir madde olduğu kanaatine varır.

    4. Pisagor, "Su, hava ve diğer maddeler, bu farklı eşyadan bileşen dünyanın özü olmaya uygun değildir. Bu itibarla, söz konusu özün her şeyi kapsayacak surette bir sıfatı olması zarurîdir."

    5. Parmanides, su, hava, sayı ve bunların dışındaki herhangi bir şeyin, eşyanın özü olmaya uygun olmadığını savunur.

    6. Melisos, hocası Parmanides'in görüşüne "sonsuz, değişmeyen ve akleden/her şeyden haberdar/bilinçli bir hayata sahip olduğu" kanaatini eklemiştir.

    7. Heraklit "Görmekte olduğumuz göreceli istikrar ise, bir vehimden ibaret olup değişimin gerçekliğini görmekten aciz olduğumuzun bir göstergesidir."

    8. Empedokles "Kainatın maddesi, hayatı ve kendinden kaynaklanan bir hareketi olmayan cansız/ölü bir varlıktır. Ve mutlaka hareketinin, harici bir kuvvetten kaynaklanması gerekmektedir" der.

    9. Atomcu görüşün sahibi olarak bilinen Demokritos ise şunları söyler: "Kainat, sonsuz sayıdaki atomlardan oluşmuştur. Bu atomlar, birbirine benzeyen, türdeş, ezeli, ebedi ve boşlukta kendi kendine hareket etme özelliklerine sahiptirler."

    10. Anaksagoras, onun belirsiz zorunlulukla ilgili görüşlerini çürüterek şöyle demiştir: "Belirsiz bir gücün, bu dünyada tecelli eden şu güzelliği ve bu düzeni yoktan var etmesi imkansızdır. Maddeyi hareket ettiren şey, ne yaptığını bilen, hikmet ve basiret sahibi bir akıldır."

    Bu İlkçağ Yunan filozofları, Yunanlılar'ın tanrılarını reddederek 'tek ilah'ı aramışlardır. İçlerinden kimi onu bulurken kiminin aklı da onu tasavvur edebilmekten aciz kalmıştır.

  • MEHMET EMİN ER / ARAŞTIRMACI


    'Dargeçit' dedikleri nasıl bir manzara olmalı?

    Gemi su almakta, tayfalar eğlenmektedir, dümense boş bırakılmıştır. Kaptan adayları -birbiriyle- kavgadadır.

    Gözü olan görür, kulağı olan duyar; ne kulağı, kalbi olan... "Zeminden sallanıyor hânumânın temeli / Alev saçaklara sarmış, yerinde yok Rumeli..." diye çığlık çığlığa haykıran Âkif, eğer bugünlerde olsaydı, kimbilir ne derdi, düşünemiyorum.

    İçeriyi bir yana bırakın, dışarıya bile soru işareti desenli bir gözlüğün ardından bakıyoruz; daha açıkçası, hiçbir yana bakmıyor, burnumuzun dikine gidiyoruz.

    Sonumuzun ne olacağını mı soruyorsunuz; burnunun dikine gidenlerin akıbeti ne olduysa, yine öylesi bir netice ile karşılaşacağız.

    ***

    " Karanlığın en koyulaştığı an, şafağa en yakın zamandır."

    Bir realitenin ifadesi olan vecizeye katılmamak mümkün mü? Yalnız bir diğer hikmetli beyan hatırıma geldiğinde kuşkuya yapışıp kalıyorum.

    "Müştebih ağaçları gösteren, semeresidir." Yani, hakkında şüphe duyulan bir ağacın keyfiyetini, ancak meyveleri gösterir.

    Sabahtan akşama kadar övün dur; bu neyin isbatıdır? Belki de burnunun Kaf dağını işaretlediğinin...

    "Kerâmeti kendinden menkul" şeyhlere ne dendiğini hepimiz biliyoruz. Bırak da el âlem övsün seni, sıradışı hâllerini ñ bırak da- başkaları takdir etsin...

    "Sanatkârsız bir eserin mevcudiyetini kabul etme"nin ne insana, ne de insan aklına yakışacağını kabul edenlerdeniz; ama ya ortada eser meser yoksa...

    O zaman hangi neticeye varacağız, bir der misiniz?

    ***

    İçinizi karatma pahasına da olsa, demekte bir beis görmüyorum:

    Gemi su almaktadır, tayfalar vur patlasın, çal oynasın eğlenmektedir, dümense boş bırakılmıştır. Kaptan adayları bir iki üyeyi nasıl elde ederim kaygısıyla -birbiriyle- kavgadadır.

    Belki de görünmemektedir bu didişme, belki de bilinmemektedir. Kendi akıllarınca, öylesi bir ahmakça davranışa kulp da bulmuşlardır; siyasî istikamet.

    Arkadaş, gemi battığında senin istikametinin bir faydası olacak mıdır sana; daha doğrusu bütün "vatan"a...

    Kaybolmuş olan rota -ya da istikamet- senin inadınla mı düzelecektir; ya da keyfince?..

    "Âlemin intizamının"ın ölçüsü senin aklın mıdır yoksa?

    Geleceği parıldatmak için didinen er oğlu erleri durdurma girişimine -en hafif tâbirle- bakarkörlük dememek için ne kadar zorlandığımı bir bilseniz?

    Ya sebebini?..

  • MEHMET NURİ EMİNLER / YAZAR




  • 7 Temmuz 2003
    Pazartesi
     


    Künye
    Temsilcilikler
    AboneFormu
    MesajFormu

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
    Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
    Bilişim
    | Dizi | Karikatür | Çocuk
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
    © ALL RIGHTS RESERVED