|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Dün başladığımız "Resul Bey'in yazıları" başlıklı yazı dizisine (!) devam ediyoruz. İsterseniz, dünkü yazının sonunda belirttiğim bir hususu, bugün yazının başına taşıyarak devam edelim: Resul Bey'in yazılarından söz etmemin nedeni, Yeni Şafak okurlarına çok değer vermemdir. Dün söylemiştim, aynı gazeteye yazıyor, aynı okurlara sesleniyoruz. Bir gazetenin "tek ses", "tek millet", "tek devlet" gibi çoğulculuğa izin vermeyen bir yayın anlayışına sahip olmasına, tabii ki ben de taraftar değilim. Her gazete tabii ki"ana" eğilimine uygun yayın anlayışını koruyan bir çerçevede "çoğulcu" bir yapıya da izin vermelidir. Ama dikkat ederseniz, "ana eğilimini koruyan bir çerçevede" diyorum. Yani, eğer "demokrat" bir tavırı ana eğilim olarak benimsemişseniz, bu tavır içinde yer alan "liberal", "sol" ya da "gelenekçi-muhafazakar" yorumlara fırsat tanımanız gerekir. Ama o kadar... Yoksa, üç sütunundan "demokrasi", iki sütunundan "taassub" ("fanatizm" anlamında kullanıyorum) fışkıran bir gazete, herşeyden önce okurlarını ciddiye almıyor demektir. Dolayısıyla yayın hayatında herkesin aynı yerde yazıp çizmesi, bizde bazılarının iddialarının aksine doğru bir seçim değildir. Özellikle de gazete öyle bir "medya"dır ki, herşeyden önce yazar çizerleriyle okurlarının, birlikte, dünyayı ortak bir fikir, ortak bir görüş, ortak bir bakış etrafında anlama çabası içine girmesine hizmet eder. Yanlış anlaşılmasın, kimsenin kaleminin elinden alınmasını istediğim filan yok. Her yazar çizer canının istediğini tabii ki yazıp çizebilir. Ama yazılıp çizilen yerler iç tutarlılıklarından dolayı iyi tarif edilmiş olmalı ve bu yerler birbirlerine "hısım" olan yazar çizer ve okurları bir araya getirmelidir. Dünyada bin çeşit fikir olduğu için pekâla bin çeşit gazete de olabilir. Tekrar ediyorum; yeter ki "hısımlar" dağılmasın, bir araya gelmiş olsun... Okurlara önem vermek ya da okurları ciddiye almak, derken bu fikirden hareket ediyorum. "Bana ne, ben yazımı yazar gerisine bakmam!" diyememem de bundan dolayı. Tamam her "birey" kendi bacağından asılır ama biz "kasaplık" yapmıyoruz ki! Sonuç olarak, varlık nedenimiz olan okurlarla fikrimizi paylaşmaya çalışıyoruz... Resul Tosun'un başta "Kadınları nasıl dövmeli?" başlıklı yazı olmak üzere, birkaç yazısında karşıma çıkan fikirlerini söz konusu etmem de bu yüzden. Daha da açık söyleyeyim: Kadınları bırakın siyasi-toplumsal birer özne olarak görmeyi, özünde onlardan öyle ya da böyle ama sonuç olarak bir dayak "objesi" olarak söz edebilen; ölüm cezasını "Yani Amerika da benim gibi düşünüyor" gibi insanı gülümseten delillerle savunmaya çalışan; "parkta öpüşen, mini etek ve tahrik edici elbise giyen bayanların otobüslere doldurularak uzak semtlere bırakılması"na epeyce sıcak bakan bir yazarla aynı gazetede yazabilmem için onunla mutlaka okur önünde tartışmalıyım... Bugün için Resul Bey'in üç yazısından söz edeceğimi söylemiştim. Ama görüyorsunuz, yerimiz iyiden iyiye azaldı. Bu yazıların bir "dizi"ye dönüşmesini de istemediğimden, az önce kısaca değindiğim "ölüm cezası" ve "mini etek" merkezli yazıları mecburen atlıyor ve "Kadınlar" yazısına geçiyorum. ("Mini etek"li yazıyla ilgili sadece şu hatırlatmayı yapacağım. Bu yazı, Tosun'un "doğru bildiği yoldan dönmeyen bir Anadolu insanı" olarak takdim ettiği ve bizim asıl olarak "Salkım Hanımın Taneleri" tartışmasıın ateşleyicisi olarak tanıdığımız MHP'li Ahmet Çakar'ın bir "uyarısı" üzerine kaleme alınmış. Bilmem bu bilgi sizin için bir şey ifade ediyor mu?) Tosun, önce, Nisa Suresi'ndeki 34. ayetin bir televizyon programında tekrar (bu kaçıncı?) konu edilmesinden hareketle Kur'an hükümlerinin "her zaman ve mekan için geçerli hükümler olduğunu" belirtiyor. Yani, söz konusu ayetin, televizyon programında bir tartışmacının söylediği gibi "o döneme ait bir hüküm olduğunu" söylemenin yanlış olduğuna dikkat çekiyor. Tosun, daha sonra 34. ayetin nasıl anlaşılması gerektiğini açıklıyor. Tosun'un buraya kadarki satırları üzerine benim bir yorumum olamaz. Bu konuda söz etmek için lazım gelen ehliyet bende yok. Ama Tosun'un bundan sonraki satırlarına tabii ki ben de katılabilirim... Tosun'a göre konuştuğumuz "dayak" meselesi sadece "sembolik"tir. Bir dayağın "sembolik" olması sanki onun dayak olmasını ortadan kaldırıyormuş gibi, Tosun, bu "sembolik"liğe çok önem veriyor. Tosun'un "dayak" öncesi safhaya ilişkin olarak da öyle açıklamaları var ki, bana göre bu satırları bir Müslüman kadının kendi kendine "söylenmeden" okuması mümkün değildir! İnanmıyorsanız, Resul Bey'in şu satırlarına birlikte göz atalım: "...aile huzurunu kaçıran kadına ilk aşamada dayak atılması emredilmiyor, güzellikle nasihat edilmesi emrediliyor. Yapılan nasihat ile düzelmeyen kadına ceza olarak ikinci aşamada da dayak atılması emredilmiyor, bu kez aynı yatakta yatmama yolu gösteriliyor. Bununla da geçimsizliği terketmeyen huysuz kadına karşı sembolik bir dövme yöntemi devreye giriyor." Sanırsınız ki, Tosun Bey, "aşama" aşama, "devre" devre cereyan eden bir laboratuar deneyini betimlemekte! Aslında, bu kısa alıntı bir "yapıbozum" (!) için çok elverişli özellikte. Şahit olduğunuz gibi, herşeyden önce, "huzur kaçıran", "ıslah edilecek olan", "huysuz olan" nedense hep kadın! Karşı cephede de, "huzuru sağlayan", "ıslah eden", "sağduyu sahibi olan" da nedense hep erkek! Müslüman kadınların bu satırları okuduktan sonra hiç değilse "Bu işte bir adaletsizlik yok mu?" diye sorduklarından eminim... Görüyorsunuz, "deneyin aktörleri" daha işin başından itibaren o derece "eşitsizce" tarif edildiler ki, artık "sembolik" de olsa "dayak" kaçınılmaz! Tosun'un yorumunda beni en çok rahatsız eden "ıslah" yollarından birisi de kadına "aynı yatakta yatmama yolu gösterilmesi" oldu. Bu satırları okuyan kadınların çok "eğlendiklerini" de düşünüyorum! Resul Bey'in dünyadan, örf ve adetlerimizden haberi yok mu? Sanırsınız ki, dünya "aynı yatakta yatma" arzusu ile yanıp tutuşan kadınlarla dolu ve onlar (hani şu ünlü tavşan masalında olduğu gibi!) için başlarına gelebilecek en büyük ceza olarak "ayrı yatak"ı görüyorlar! Yani özetle, herşey gibi "yatağın hâkimi" de erkek, ya da koca... Aslında Tosun Bey'in amacı "dayağa karşı" bir yazı yazmak, ama sonuç hep tam tersi çıkıyor: "Burada dövmekten maksat, kocanın karısını dövecek kadar kızmış olması ve ona elindeki mendili ya da kurşun kalemi kaldırarak kendisini dövmek durumunda olduğunu göstermesi ve geçimsizlikten caydırmasıdır. Yoksa eline sopayı alıp cellat gibi dövmesi değildir." Yine aynı problem. "Cellat gibi" değil, "sembolik" olsa da, "kızan", öfkelenen, terbiye eden hep koca! Resul Bey düşünmüyor ki, bırakın "mendil"i ya da "kurşun kalem"i, evde sürekli "öfkeli" olarak dolaşan kocanın oturduğu yerden karısına yönelttiği "Şimdi seni ayaklarımın altına alırım!" tehdidi bile, kadının aşağılanması, kişiliğinin kendi (ve varsa çocukları) gözünde çok mu çok derinden yaralanmasına yeter de artar bile... Günümüzde bu aşağılanmayı kim kabul edebilir? İnanmazsanız sorun etrafınızdaki kadınlara... Ben bazı öğrenci genç kızlara, hem de "başörtülü" Müslüman kızlara sordum. Cevapları beklediğimden de güzeldi. "Asla! Bizi kimse 'yataktan atma', 'mendil', 'kurşun kalem' filanla 'ıslah' etmeyi deneyemez!" Ben de cevabımı geciktirmedim: "Aferin çocuklar!" İşte böyle... "Resul Bey'in yazıları"nın sonu da işte böyle...
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |