AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

G Ü N D E M

"Bizi ancak ticaret kurtarır!"

Cidde Başkonsolosluğu Ticaret Ataşemiz Özkan Aydın, Bakan Tüzmen'e verdiği brifingte aynen şu bilgiyi aktarmaktaydı: "11 Eylül'den sonra, tahminen 150 milyar dolarlık bir Suudi sermayesi ABD'yi terk etti ve şimdilerde gidecek güvenli bir ülke arıyor." Beş günlük Suudi Arabistan gezimizin anahtar cümlesi işte buydu...

Türkiye'nin Cidde Başkonsolosluğu Ticaret Ataşesi Özkan Aydın'ın Bakan Kürşad Tüzmen'e verdiği brifingte aktardığı şu inanılmaz bilgi notu, brifingi dinleyen pek çok kişi gibi benim de dudağımı uçuklattı. "Suudi Arabistan'ın 1980 yılındaki kişi başına millî geliri Amerika Birleşik Devletleri'yle eşitti" diyor Aydın, "Yani tamı tamına 36 bin dolar. Bu rakam 2002 yılında Suudi Arabistan'da 7400 dolara kadar gerilerken, ABD'de ise 38 bin dolar düzeyine çıktı."

Suudi Arabistan'ın Körfez Savaşı'ndan sonraki ekonomik çöküşünü herhalde bundan daha güzel anlatan bir istatistik olamazdı. Nitekim, Cidde ve Riyad'da görüştüğüm pek çok Suudi vatandaşı da bu gerilemenin gündelik hayatlarında meydana getirdiği değişiklikleri çarpıcı örneklerle desteklemekteydi. Bir işadamı "Eskiden her türlü teknolojik ürünü bir süre kullanır ve hafifçe eskidiğinde de hemen atardık" diyor, "Şimdi ise ister altımızdaki otomobil, isterse de evimizdeki televizyon olsun, sahip olduğumuz bütün cihazları bozulduklarında tamir ettirmeyi öğreniyoruz!"

Eh, ABD bu, tarih boyunca kendisiyle yakın duran kim kazançlı çıkmış ki Suudiler kazansın!

Ancak, her büyük musibetin ardından eninde sonunda yine bir ışık doğuyor. 11 Eylül'den sonra Amerikan yönetimi tarafından açıkça "terorist" ilan edilen Suudi Arabistan vatandaşları, Washington yönetimine bu ilkel tavrından dolayı öfke kusuyorlar. Sözkonusu öfkenin izlerini -en zengininden en yoksuluna dek- konuşma fırsatı bulabildiğim hemen her sınıftan Arap'ta gözlemledim.

Son dönemlerde bir çok varlıklı Suudi, çoluk çocuğuyla birlikte Amerikan havalimanlarına indiğinde oradaki görevlilerin hakaretleriyle karşı karşıya kalmış ve vizesi olmasına rağmen geri gönderilmiş. Ülkeye girmeyi başaranlar ise bu kez sivil halkın tacizleriyle karşılaşmış. Bizim "parasıyla rezil olmak" diye tanımladığımız bu durumu sık sık yaşamaya başlayan Araplar da, özellikle 2002'den itibaren ABD'nin hem turistik hem de ticarî arenasından süratle çekilmeye başlamışlar.

Şimdiki bilgi yine Ataşe Özkan'dan: "Eldeki verilere göre Suudiler'in dünya üzerinde toplam 600 milyar dolarlık yatırımı var. Ve bu rakamın ABD'deki 150 milyar dolarlık bölümü 11 Eylül'den sonra ülkeyi hızla terketti. Şimdi onbinlerce Suudi yatırımcı saygı ve ilgi göreceği yeni limanlar arıyor."

Dikkat ediniz, burada sözü edilen seyyar sermaye Türkiye'nin neredeyse bütün dış borcuna karşılık gelmekte. Ancak, çok zengin bir ülke olduğumuz için (!) olsa gerek, özellikle "Ecevitli yıllar" boyunca İslâm ülkelerindeki sermaye birikimine burun kıvırmaya devam etmişiz.

Bir içten "selam"a 20 milyon dolar

Yine, Bakan Tüzmen'in liderliğinde ziyaret ettiğimiz Cidde'deki İslâm Kalkınma Bankası'nda, Türkiye'nin -kurucu üyesi ve yüzde 8 sermayedarı olduğu- bu önemli finans kurumuyla son dört-beş yıldır dişe kovuğa gelir hiç bir resmî teması olmadığını öğreniyoruz. Öyle ki, dönemin başbakanı Bülent Ecevit'in atması gereken rutin bir imzayı atmaması yüzünden, Türkiye İKB ile yeni bir kredi ilişkisi dahi kuramamaktaymış. Ey 28 Şubat, sen nelere kadirsin!

Bu arada, eğer İslâm Kalkınma Bankası'nda yaşanan ikili görüşmeyi sizlere birinci elden aktarmazsam kesinlikle çatlarım! Başkan Dr. Ahmed Muhammed Ali'nin konuğu olarak bu kuruluşa gittiğimizde, kendisi Türk heyetini aynen şu cümlelerle karşıladı: "Değerli Türk dostlarımız, kendi öz bankanıza hoşgeldiniz. Bizler, uzun yıllardır ilk kez kendimizi bu denli yakın hissettiğimiz bir Türk hükümet yetkilisiyle karşılaşıyoruz. Bankamız, kardeş ülke Türkiye'yle daha yakın bir işbirliğine girmeyi öteden beri arzulamaktadır; ancak son dönemlerde Ankara'dan ne yazık ki yakınlaşma adına herhangi bir sinyal alamadık."

Toplasanız bir saati bile bulmayan bir görüşmenin sonunda, İslâm Kalkınma Bankası, batılı finans kurumlarında eşine asla rastlayamayacağınız bir faiz oranı ve geri ödeme takvimiyle Türkiye'ye ihracat finansmanında kullanılmak üzere 20 milyon dolarlık sembolik bir kredi veriyor. İKB Başkanı Dr. Ali sözkonusu rakamın yalnızca bir başlangıç olduğunu vurgularken, Türkiye'nin bunu "iyi niyetlerinin bir göstergesi" olarak kabul etmesini diliyor.

Burada küçük bir not daha ekleyelim. İKB, uluslararası kredilendirme kuruluşu Standard and Poor's'tan son değerlendirmede tam üç adet "A", yani yüksek güven puanı alan son derece güçlü bir finans örgütü.

Kral Fahd'ın sıradışı kabulu

Geleneksel protokol kurallarına göre bakan düzeyindeki yabancı konukları çoğunlukla kabul etmeyen Suudi Arabistan Kralı Fahd bin Abdülaziz, Türk hükümetinin temsilcisi Kürşad Tüzmen için bu kuralı çiğnedi. İlerleyen hastalığına karşın Tüzmen'i 45 dakika kadar ağırlayan Kral, Ak Parti lideri Recep Tayyip Erdoğan'ın Siirt seçimlerini ezici bir zaferle kazanıp parlamentoya girdiğini de görüşmenin yapıldığı dakikalarda danışmanlarından öğrendi. Bakan aracılığıyla Erdoğan'a tebriklerini ileten Fahd, ayrıca Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve o tarihte henüz başbakanlık makamında olan Abdullah Gül'e de dostâne selamlarını gönderdi. Kral'ın, gezi öncesinde alınmış resmî bir randevu olmamasına karşın Bakan Cidde'deyken spontane biçimde gerçekleşen bu ziyaret talebini yine de kabul etmesi, Suudi tarafının Türk heyetine bir diğer önemli diplomatik jestiydi.

Tüzmen, Fahd'ın ardından ülkeyi fiilen yöneten Veliaht Prens Abdullah ile de görüştü ve ticarî ilişkilerin artırılması yönünde her iki liderden de destek sözü aldı.

Güç bela gerçekleştirdiğimiz Umre ziyareti

Bakan'ın Cidde'deki temasları sürerken, 8 Mart akşamı, kaldığımız otelde gazeteciler ve işadamlarından oluşan çekirdek bir grup oluşturuyoruz. Amacımız, buralara kadar gelmişken yalnızca 80 kilometre uzaktaki mûbarek diyar Mekke'ye de gidip Umre yapmak. Zamanlama çok büyük bir sorun, ancak bunu da Mekke'ye geceyarısı gitmek suretiyle aşmayı planlıyoruz.

Ekibin -aralarında benim de bulunduğum- pek çok üyesinin "İslâmî bilgi" açısından hâli tam anlamıyla içler acısı. Çoğumuz büyük bir samimiyetle Umre yapmayı istiyoruz, ancak "küçük hacc"ın kurallarını hiçbirimiz tam olarak bilmiyoruz. Bunun üzerine, gezinin organizatörü olan şirket bir otobüs tutuyor ve Diyanet İşleri Başkanlığı'na bağlı bir Türk görevlinin refâkatinde gece 23.30 dolaylarında Mekke'ye doğru yola çıkıyoruz.

Hayatımın en duygusal anlarından biri bu. Hiç tahmin edemeyeceğim bir zamanda ve hiç hesapta yokken üzerimde ihramlarla mûbarek kente doğru ilerliyorum. Bir çok Türk işadamı sürpriz Umre gezisini duyar duymaz kafilemize katılmış durumda. Ayrıca, TRT, Anadolu Ajansı, Star gazetesi ve Hürriyet'ten de meslektaşlar var. Yüksek sesle dualar okuyarak neşe içinde otobanları katediyoruz. Kameralarımız ve fotoğraf makinelerimiz görüntü kaydedici cihazların yasak olduğu son noktaya kadar çalışıyor, ondan sonra ise bütün ekipmanlar çantalara kaldırılıyor.

Nihayet, sabaha karşı 01.00'de Mekke'deyiz. Kâbe'nin çevresi dev projektörlerle ışıl ışıl aydınlatılmış durumda. . Burası, yeryüzünün dört bir yanından gelen ziyaretçileriyle, adetâ yaşadığımız dünyanın tamamen dışında, başka bir gezegenin yüzeyiymiş gibi geliyor gözlerime. Ekibimize liderlik yapan Diyanet İşleri Başkanlığı görevlisi, son bilgileri de verdikten sonra hepimizi ardına takıyor ve Kâbe kompleksine giriyoruz.

Bu olayın kendi adıma şu küçük hayatımın en özel tecrübesi olduğunu belirtmeme hiç gerek yok sanırım. Özellikle de gecenin ışıkları altında Kâbe ile ilk karşılaşmamızı tanımlayabileceğim herhangi bir kelime bulamıyorum dağarcığımda. Allah, gönülden dileyen herkese o ânı yaşamayı nasip etsin.

Grup içindeki bütün rütbeler, sosyo-ekonomik statü gösterileri bir anda ortadan kalkıveriyor; Kâbe'nin çevresinde tavaf etmeye başladığımızda garip bir biçimde çocuklaşıyoruz. Artık zenginiyle yoksuluyla, sarısıyla, siyahıyla, beyazıyla, Türküyle, Lazıyla, Kürdüyle, Çerkesiyle hepimiz eşitiz! Normal yaşantımda röportaj için randevu talep etsem, atılan tafralardan oldukça zor biraraya gelebileceğim bir sürü simâyla yanyana vakar içinde yürüyoruz. Kimsenin üzerinde fazladan bir kol saati, bir evlilik yüzüğü dahi yok. Yalnızca kefen benzeri iki bembeyaz havlu. Daha bir gün öncesinde heyet içinde herkesin duyabileceği bir ses tonuyla Suudi Arabistan'daki toplumsal düzenin çağdışılığından söz edip duran, "İyi ki böyle bir ülkede doğup büyümemişim" diye propaganda yapan bir bayan yöneticiye gözüm takılıyor. Sırf merakından dolayı son anda katıldığı gezide, başını ve bütün bedenini tamamen örtmüş, hipnotize olmuş gözlerle bakıyor insanlığın ilk evine.

Umre yapmak için nisbeten sakin bir gece olmasına karşın yine de yüzlerce insan var meydanda. Yanımızdan din kardeşlerimiz gelip geçiyor. Nijerya'dan, Malezya'dan, Endonezya'dan, Sudan'dan, Bangladeş'ten, Bosna'dan ve daha nice uzak diyarlardan. Tavafın ardından Hacer annemizin İsmail'ine bir yudum su bulabilmek için çektiği çileyi yâdetmek üzere Merve ve Safa tepeleri arasında "say" turlarına başlıyoruz. O sırada milliyetlerini -İngilizceyi "gargara yapar gibi" konuştukları- güneyli aksanlarından çıkardığım iki Amerikalı Müslüman da hemen yakınımda yürüyor. Bu ne garip bir iştir Ya Rabbi? İslâm dünyasının gırtlak gırtlağa gelmeye hazırlandığı bir ulusun temsilcileriyle, aynı yüce makamın rızasını kazanmak için aynı yolda yanyana yürüyoruz. Nefret yok, ırkçılık yok, önyargı yok. Yalnızca tek bir hedefe doğru yöneliş ve yoğun bir kardeşlik duygusu var. Şimdi bu insanlar savaş meydanında karşıma çıksalar, onları nasıl öldürebilirim ki?

Sözün özü, Kâbe insanın hayata bakışını ve algılarını allak bullak eden çok özel bir yer. Orada geçirdiğimiz 3-4 saat içinde ruhlarımızın arındığını ve içimizdeki henüz hiç kirlenmemiş, taptaze bir ikinci "ben"in kabuğunu yırtıp dışarı çıktığını hissediyoruz. Belki başkaları adına görüş belirtmek yanlış olabilir, ancak en azından duygularını sorduğum yolculuk arkadaşlarımın büyük bir bölümü buna benzer tanımlamalar getirmekteydiler yaşadıkları tecrübeye.

Bu arada olayın manevî boyutunu bir kenara koyup hemen belirteyim ki, Suudiler'in bu gezi sırasında görme fırsatı bulduğumuz diğer kentlerdeki imar düzeni ne denli göz kamaştırıcıysa, Mekke'de, Kâbe çevresinde uyguladıkları kentleşme modeli de o denli içler acısıydı. Güzelim mabed dünyanın en ünlü beş yıldızlı otelleri arasında daracık bir alana sıkışıp kalmış. Öyle ki Kâbe'ye giriş noktalarından biri dahi Intercontinental Oteli'nin altından geçiyordu, bizler de homurdanarak bu yolu kullandık.

Suudi yetkilileri, ne zaman Mekke'deki çarpık yapılaşma konusu açılsa derhal yüzlerini ekşitiyor ve eleştirilere "Her yıl aynı anda iki milyon insanı başka türlü nasıl konaklatabiliriz ki? Tek seçeneğimiz mevcut bütün boş alanları yüksek binaların yapılması için imara açmak" şeklinde cevap veriyorlar. Geçtiğimiz yıl Türkiye-Suudi Arabistan ilişkilerini iyice geren "Ecyad kalesi" yıkımında da gerekçeleri buydu. Umremizi tamamlayıp dışarı çıktığımızda Ecyad'ın enkazında hâlâ devam eden hafriyat çalışmalarını uzaktan izliyoruz. Bölgede "Bin Ladin" grubu tarafından beş yıldızlı bir otel yapılacağı söyleniyor.

Doğrusu Suudiler'in bu gerekçesini yüzde yüz haklı görmeye pek imkân yok. Çünkü ben de pek çokları gibi, insanoğlunun gözbebeği olan böylesi bir mekânda konaklama ihtiyaçlarından ziyade "kutsallığın" korunmasının daha önemli olduğunu düşünüyorum. Suudiler, henüz yıllar öncesinde dengeli bir imar politikasını benimseyip yapılaşmayı Kâbe'den bir kaç yüz metre ötede başlatsalardı, bugün Mekke bir beş yıldızlı otel tarlasına dönüşmezdi. Kentin yetkilileri şimdilik bu konuda hiç kimseye hesap vermek istemiyorlar, ancak bu çirkin manzaradan doğrudan doğruya sorumlu olanlar eninde sonunda en yüce makamın huzurunda hesap vermek zorunda kalacaklar.

"Kaçırdıklarınız Beyrut'a gidiyor"

Mesleğimiz bizlere, geride bıraktığımız yıllarda resmî üniformalar içindeki kişilerin her sözüne itibar etmemeyi fazlasıyla öğretti. Ben de bu nedenle gezimiz boyunca sık sık devlet erkânının dışındaki sivil Suudiler'le görüş alışverişinde bulunmaya gayret ediyorum. Bir Suudi işadamı, Türkiye-Suudi Arabistan ilişkilerinin ticarî boyutunun yanısıra o ana dek hiç dikkatimi çekmeyen değişik bir noktaya temas ediyor. "Sırf AB ülkelerine ve ABD'ye şirin görünmek için bize vize uygulamaya başladınız" diyor Arap muhatabım. "İyi de" diyorum, "Siz Türklere yıllardır vize uyguluyordunuz. Vizede karşılıklılık diye bir kural var". Gülüyor ve şöyle devam ediyor. "Biz zaten bütün dünyaya vize uyguluyoruz. Çünkü üçüncü dünyadan ülkemize çok ciddi bir işçi akını var. Bu sirkülasyonu kontrol altında tutmazsak Suudi Arabistan'ın nüfusu bir yılda beşe katlanır. Ayrıca, siz batı baskısı olmadan önce vizede mütekabiliyet esasına hiç de itibar etmiyordunuz. Sınırlarınızda yurttaşlarımıza vize uygulanmıyordu ve pek çok Suudi dilediğinde atlayıp kolaylıkla Türkiye'ye gidiyordu. Vizeden sonra ise, bu tür bürokratik işlemlerden hiç haz etmeyen pek çok varlıklı Arap tatil yapmak için artık ailece Lübnan'a gidiyor. Şu kış sezonunda bile Lübnan'da en az 100 bin Suudi bulabilirsiniz. Oysa bu tatilcilerin çoğu şimdi Türkiye'de olabilirdi."

Doğu ülkelerini "sürgün yeri" olarak görenler

Suudi Arabistan, Körfez Savaşı'ndan sonra yaşadığı -ve yukarıda sayısal ifadesini sunduğum- büyük ekonomik yıkıma rağmen, bugün hâlâ kişi başına 7400 dolar gelire sahip bir ülke. Bu ise Türkiye'nin ulusal gelirinin neredeyse üç katına eşit bir rakam. Yani, Suudiler'in "en bitik hali" bile toplumsal refah istatistiklerinde bize üç tur bindirmiş durumda.

Burada aklıma şu ünlü "Sarıyer vak'ası" geliyor. Bir dönem İstanbul caddelerini dolduran onca varlıklı Arap ailesi bir anda nasıl da buharlaşıp yokoldu? Cevap basit: Acımasızca kazıkladık, hakaret ettik ve hepsini küstürüp geri postaladık. Son yıllarda büyük kentlerimizde, elinizde mumla arasanız, geleneksel entarileri içinde bir tek Arap turist dahi göremiyorsunuz. Gelmiyorlar, çünkü 150 milyar dolar dış borçla kendimizi hâlâ "dünyanın merkezi" olarak görmekte direniyoruz. Kendi hayat tarzımızın dışında kültürel alışkanlıklara ve farklı dış görünümlere sahip bütün yabancılara karşı önyargılı ve kabayız. Tıpkı Rusların istisnasız tamamına "fahişe" muamelesi yapıp, bu furyada kendi halindeki pek çok bavulcu aileyi kaçırdığımız gibi Arapları da kaçırdık.

Pekiyi ya, batılıların böyle durumlardaki tavrı acaba nasıl?

Daha önce ziyaret etme şansı bulduğum diğer üç önemli İslâm ülkesi, Mısır, Türkmenistan ve İran'da bunun en ibret verici örnekleriyle karşılaştım. Uluslararası ilişkilerde tarz olarak benzer bir köylülüğü paylaştığımız Amerikalılar bir kenara bırakılırsa, başta Almanlar, Fransızlar ve İngilizler olmak üzere önde gelen bütün batılı yatırımcılar, duygusal anlamda hiç bir yakınlık hissetmedikleri bu uluslarla -adına "profesyonellik" denilen ve bizim henüz yeterince nasiplenemediğimiz- bir hayat disiplini içinde ilişki kurmaktalar. Bir bakıyorsunuz, Almanya'nın Tahran büyükelçisi bir "Fars dili ve edebiyatı uzmanı" çıkıyor, eşi sırf "public relations" sanatının gerekleri adına başında bir türban ile sosyal faaliyetlerde boy gösteriyor. Bu gibi örneklerin ardından, bizim "hariciye" kültürünün geleneksel temsilcileri içinse İslâm ülkelerinin (ve Ortaasya Türk cumhuriyetlerinin) başkentlerindeki görev yılları "cehennem azabı"ndan farksız bir sürgün dönemi olarak algılanmakta. Askerlerin er defterine tezkere için habire çarpı atmaları gibi "Roma, Londra ve Paris'e atanacakları güzel günlerin" hayâliyle yaşayan kimi diplomatların, bu ülkelerde bulundukları sürelerde ne kadar verimli olabileceklerinin takdirini ise yine sizlere bırakıyorum.

Müslümanların ortak dili "İngilizce" mi?

Cidde'deki iki yoğun günün ardından geçtiğimiz başkent Riyad'da da ticarî hayatın boydan boya Amerikan bayrağıyla kaplanmış olduğunu üzüntü içinde gözlemliyorum. Manzara özellikle Suudi Arabistan pazarı ile yeni yeni tanışan işadamlarımızı bir hayli sinirlendiriyor. Hepsi de böylesine büyük ve iştahlı bir coğrafyanın iç politikadaki akıl almaz tercihler sonucunda bu denli boş bırakılmış olmasına karşı yurtseverce bir isyan sergilemekteler. Bunlar arasında sosyal demokrat çizgide insanların olması beni hiç şaşırtmıyor; çünkü aklı olanlar için aklın yolu bir. Sonuçta onlar da yıllardır nasıl bir treni kaçırdığımızın farkındalar.

Bakan Tüzmen, gezimizin son gününde yaptığı değerlendirmede, "Ben ticaret sözkonusu olduğunda yalnızca gözümle gördüğüm ve önüme konulan paraya inanırım" diyor, "Bu para da ancak ihracattan gelir. Bizi, iç piyasası henüz mal ve hizmete doymamış bölge ülkeleriyle yapacağımız uzun soluklu dış ticaret bağlantıları kurtaracaktır, sağdan soldan toplayacağımız ağır faizli krediler değil!"

Bakan, ayrıntılarını aşağıda bulacağınız yoğun bir görüşme trafiği içinde, iki ülke arasında yıllardır tam anlamıyla soğumaya bırakılmış olan ilişkileri biraz olsun canlandırmaya çalışırken, ben gezimizin dördüncü gününde bir kez daha hayatın içine, Riyad sokaklarına karışıyorum. Amacım biraz fotoğraf çekip, hatıra olarak bir de Suudi kefiyesi satın almak.

Turistik eşyalar satan genç bir satıcıyla ayak üstü sohbet ediyoruz. Şuurlu birine benziyor. Kefiyelerin kırmızılı beyazlı kumaşlarının Suudi malı olup olmadığını sorduğumda, "Ne gezer" diyor, "İngiltere'den geliyorlar!" Ardından "Neredensin?" diye soruyor. "İstanbul" deyince de günlerdir kulağımda çınlayan şu sözleri söylüyor. "Görüyor musun birader, seninle Arapça ya da Türkçe anlaşamıyoruz. Yüzyıllarca birarada yaşadıktan sonra anlaşabilmek için İngilizce konuşmaya ihtiyacımız var!"

"Direncinizi umutla izliyoruz"

Dinlenmeye ne zaman fırsat bulduğunu bir türlü anlayamadığım Bakan Tüzmen Ortadoğu'nun en önemli Arap liderleriyle ardı ardına toplantılara girerken, biz gazetecilerin görüşmelere alınmadığı küçük boşluklarda, ziyaret ettiğimiz iki büyük kentin -Cidde ve Riyad- arka mahallelerine açılıp, "sokaktaki insan"ın nabzını biraz olsun tutmaya çalıştım. Bu süreçte yeni yeni insanlarla tanıştıkça, hafıza kayıtlarımdaki ikinci büyük Türk efsanesi olan "Araplar mankafadır, hiç bir şeyden anlamazlar" şeklindeki önyargının da ardarda ciddi yaralar aldığını vurgulamak siterim.

Karmaşık gbola meseleleri yerkürenin hangi ülkesinde gidip bir "mankafa"ya danışırsanız, size dişe kovuğa gelir bir cevap veremeyeceğiı aşikârdır. Ancak, Hilton'un resepsiyonundaki -annesi Türk, babası Lübnanlı- Ömer'den, karşılıklı nargile fokurdadıp Sudan çayı içtiğimiz kahveci Muhammed'e, taksi şoförü Kâsım'dan kebapçı Süleyman'a dek muhabbet etme fırsatı bulduğum düzinelerce genç kuşak Suudi, bana "emperyalizm" illetini yorumlayışları açısından hiç de boş gelmediler doğrusu...

Bu insanların tümü, yaşadıkları ülkedeki sistemin ne kadar "İslâm", ne kadar "mutlâkiyet" olduğunu gayet doğru tartabildikleri gibi, Türkiye'nin "Irak'ı yok etme operasyonu"ndaki kritik rolünü de büyük bir dikkatle izliyorlardı. Çünkü ülkedeki televizyon ve yazılı basın haberciliği ne denli tek taraflı olursa olsun, özgürlük sevdalılarının ellerinde zaptedilemeyen iki tehlikeli silah bulunmakta artık. Bunlardan birincisi "internet", ikincisi ise "çanak antenler"...

Özellikle kahveci Muhammed'in şu sözlerini sigara paketinin üzerine özenle not ediyorum: "İstanbullu kardeş" diyor Arap dostum, "Önceden siyonizmin oyunlarına çok daha kolay teslim oluyordunuz. Bu da bizleri büyük hayâl kırıklığına sürüklüyordu. Son zamanlarda ise mümkün olduğunca direndiğinizi görüyoruz. Hem de bütün Arap lidenlerinden daha çok! Fazla şansınız olmadığının da farkındayız. Ekonominiz sizi zorluyor. Ancak, Türkiye şu ana kadar elinden geleni yaptı. Bundan sonrasını ise ancak Allah bilir!"

Konuştuğum "sıradan" Araplar'ın çoğunun Türkiye'deki "savaşa hayır" mitinglerinden, kamuoyunun bu konudaki duyarlılıklarından ve ilk tezkerenin Meclis'teki reddinden haberleri vardı. Bir köşebaşı kahvesinde millete nargile taşıyıp duran o gariban Arap, bazı "seçkin ortamlarda" tanıştığımız ve bizlere "tek geçerli yolun Sam Amca'nın kucağına oturmak olduğunu" hararetle savunan kimi anlı şanlı diplomatik misyon temsilcilerimizden çok daha doğru okuyordu ülkemizde olup bitenleri.

Ve hiç kuşkusuz ki bu açıdan çok daha yakınımda duruyordu.

Bir gün devran dönecek inşaallah...

Velhasıl kelam, İstanbul'dan 3 saat 15 dakika uzaklıkta durum aynen böyle. Sizlere en önemli gördüğüm konu başlıklarıyla aktarmaya çalıştığım bu hızlandırılmış gezi, bana tarihsel arka bahçemizdeki akrabalarımızı birilerinin dolduruşuyla hatıra defterlerimizden nasıl sorgusuzca sildiğimizi ve bu yolla koskoca bir kültürel mirası nasıl ziyan ettiğimizi bir kez daha gösterdi. 11 Mart 2003 Salı... Yeniden THY uçağındayız. Charter seferinin hostesleri "geleneksel Türk konukseverliği"nden olsa gerek, bazı yolcularla son derece sulu diyaloglar içindeler. Özellikle zıpırlık peşindeki kimi genç işadamları, hostes kızlarımıza ilan-ı aşk ediyor, ardından da evlenme teklifleri havalarda uçuşuyor. Kabin görevlilerimizin keyifleri pek yerinde, bir tanesi utandığını belli etmek için âni bir atakla kendisine evlenme teklif eden gencin ağzını kapatıyor. Oysa, ikisi birbirlerini göreli henüz yarım saat olmadı bile. Anlayacağınız ortam çocuk bahçesi gibi. Bu kadar sıcaklığı ve samimiyeti (!) ne Lufthansa'da, ne SAS'ta, ne de Air France'da bulursunuz. Yazı dizimizin en başında da belirttiğim gibi, THY bambaşka canım! Bana gelince... Çılgın kalabalıklardan epeyce uzaklaşmış bir hâlde, Peygamberimizin ülkesinden içim acıyarak dönüyorum.

BİTTİ

--------------------------------------- EK BİLGİ / 96 saatlik başdöndürücü maraton

Gidiş ve dönüş süreleri düşülürse, Suudi Arabistan'a net dört günlük bir gezi gerçekleştiren Eski Devlet-yeni Çevre Bakanı Kürşad Tüzmen, bu kısa zaman zarfında Cidde ve Riyad'da Türk ekonomisinin geleceği açısından hayatî öneme sahip temaslarda bulundu. Tüzmen'in yalnızca 96 saate sığdırmayı başardığı görüşmelerinin tam dökümü şöyle:
- Cidde Türk toplumunun temsilcileriyle tanışma ve sorunları dinleme toplantısı,
- İslâm Kalkınma Bankası Başkanı Dr. Ahmed Muhammed Ali ile birinci görüşme,
-T.C. Cidde Başkonsolosluğu'nun akşam yemeğinde Türk işadamlarıyla görüşmeler,
- Cidde Sanayi ve Ticaret Odası Başkanı Abdullah Zeynel ile görüşme,
- İslâm Kalkınma Bankası Başkanı Dr. Ahmed Muhammed Ali ile ikinci görüşme ve Türkiye'ye verilen 20 milyon dolarlık kredinin imza töreni,
- Suudi Arabistan Ticaret Bakanı Usâme bin Fâkih ile birinci görüşme,
- Suudi Arabistan televizyonu muhabirleri ile mülâkat,
- Suudi Arabistan Kralı Fahd bin Abdülaziz ile görüşme,
- Suudi Arabistan Veliaht Prensi Abdullah bin Abdülaziz ile görüşme,
- Suudi gazetecilerle mülâkat,
- Suudi Arabistan Merkez Bankası Başkanı Dr. Muhammed el Câsir ile görüşme,
- Suudi Arabistan Yatırım Dairesi Başkanı Prens Abdullah bin Faysal bin Türkî ile görüşme,
- T.C. Riyad Büyükelçiliği'nde Türk işadamlarıyla sohbet yemeği,
- Riyad Sanayi ve Ticaret Odası Başkanı Abdurrahman el Ceraisî ile görüşme,
- Riyad Valisi Prens Salman bin Abdülaziz ile görüşme,
- Suudi Arabistan Ticaret Bakanı Usâme bin Fâkih ile ikinci görüşme,
- Ayrıca, ülkenin çeşitli kentlerinden gelen Türk ve Suudi işadamlarıyla pek çok ikili görüşme.

  • Ali Murat Güven

  •  
    Saddam'a silahları Rumsfeld satmış
    1983'te dönemin ABD Başkanı Reagan adına Saddam'ı ziyaret eden Rumsfeld, görüşmede Amerika'nın enerji ve savunma şirketlerinden Carlyle Group adına Irak'la 5 yıllık bir silah anlaşması yaptı.
    Gözler RTÜK'te
    Şener Tokcan'ın, TRT'de yapılan bir yayında kendisine hakaret edildiğine dair şikayetini bugün görüşecek olan RTÜK'ün, şikayeti haklı görmesi durumunda, TRT Genel Müdürü Yücel Yener koltuğundan olacak.
    YÜCEL YENER'E BAKAN FIRÇASI
    Üç eski bakana 'batık' suçlaması
    Devlet Denetleme Kurulu'nun raporunda, 57. Hükümet'in, Hazine'den sorumlu Devlet Bakanları Güneş Taner, Hikmet Uluğbay ve Recep Önal, batık bankalar konusunda suçlu bulundular.
    Tiyatrodaki zimmete soruşturma
    Coca Cola'da 'bardak krizi'
    The Coca Cola Company'nin Türkiye kolu, son bir yıl içinde gerçekleştirdiği üçüncü "bardaklı kampanya"da da promosyonları Türk tüketicisine zamanında dağıtmayı başaramadı.
    Beyazıt'ta olaylı 'Halepçe' eylemi
    Halepçe katliamı ile 16 Mart 1978 olaylarının yıldönümü nedeniyle Beyazıt Meydanı ve Kızılay'da eylemler yapıldı. İstanbul'da eylemcilerin üstüne biber gazı sıkan polis, çok sayıda kişiyi gözaltına aldı.
    'Çanakale'de İngilizler gaz bombası kullanmak istedi'
    "Bir Destandır Çanakkale" isimli kitabın yazarı Vehbi Vakkasoğlu, gaz bombasının 100 yıl önce Avrupalılar tarafından geliştirildiğini, Dünya Savaşları sırasında Papa'nın Hristiyanlara karşı kullanılmasını istememesi üzerine kullanılmadığını belirterek, "Ancak Churchill, ısrarla bu silahları Çanakkale'de kullanmak istemiş, kendisine, 'Bu, savaş hukukuna aykırı' uyarıları yapıldığında ise, 'Bu silahlar insanlara karşı kullanılmaz, Türkler insan değildir' şeklinde tarihe kara harflerle geçen bir cevap vermiştir" dedi. İngilizlerin bütün arzularına rağmen, kimyasal silahların, rüzgarın ters yönde esmesi yüzünden kullanılamadığını belirten Vakkasoğlu, "İngilizler bu sefer, Almanların Türklere gaz bombası vereceklerinden endişe etmişlerdir. Almanlar, müttefikleri olan Türklere gaz bombası teklifinde bulunmuşlar. Türkler ise bütün imkansızlıklarına rağmen böyle bir silahı kullanmamışlardır" dedi.
  • İSMAİL ZELVİ


    Yılın fotoğrafı 'Sokaktaki vahşet'
    Foto Muhabirleri Derneği'nin 18'ncisi düzenlenen "Yılın Basın Fotoğrafları" yarışması sonuçlandı. Yarışmada yılın basın fotoğrafı ödülünü, "Sokakta Vahşet" fotoğrafıyla Erol Şennur Faruk aldı. Dereceye giren gazeteciler ve eserleri şöyle: Haber Fotoğrafları:1-Erol Şennur (İHA) "Sokakta Vahşet" 2-Erhan Sevenler (A.A) "Ham Yaparım" 3-Cem Öksüz (Anadolu Ajansı) "Alır ceketimi giderim" Serbest Fotoğraflar: 1-Ulaş Uğraş Özdemir (DHA) "Acıları da bir örtüleri de bir" 2-Fuat Kars (DHA) "AK Güvercine Gözaltı" 3-Fırat Yurdakul (A.A) "Kültüre Bakan" Spor Fotoğrafları: 1-Mehmet Özdemir (A.A) "Ağlayan Kız-Milli Gözyaşı" 2-Rıza Özel (A.A) "Galibiyet Uğruna" 3-Kenan Çimen (A.A) "Hırsı Özürlü Değil"
    İstanbul'da Karadeniz rüzgarı
    İstanbul'da sayıları her geçen gün artan yöre dernekleri, üyelerine memleketlerine has örf ve adetleri yaşatabilmek için çaba sarfediyorlar. Bu derneklerinin başında ise Karadenizliler tarafından kurulanlar geliyor. 1998 yılında Esenler Yüzyıl semtinde kurulan Fatsa ve Merkez Köyleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği, genel merkezini Bayrampaşa'ya taşıdı. Derneğin açılışında Kartal Özel Mehter Takımı'nın verdiği konser vatandaşlar tarafından ilgiyle izlendi.
    Karadeniz yemeklerini sevenlere
    Fatsa ve Merkez Köyleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği'nin 2 katlı merkezinin birinci katında, bölgenin eski ismi verilen "Fatissa Restaurand" yer alıyor. Derneğin ikinci katında ise, her türlü toplantı ve kültür faaliyetlerinin yapılabileceği dev bir salon bulunuyor. Restorantta yöreye ait Karadeniz pidesi, turşu dingili, mıhlama ve kara lahana çorbasını bulmak mümkün.
  • OKTAY MEHMET, İSTANBUL


    Yeni bir yağış dalgası geliyor
    Türkiye, bugün Orta Akdeniz'den gelen yeni bir yağışlı havanın etkisine girecek. Batı bölgelerinde fırtına, Güney Ege ve Batı Akdeniz'de etkili sağanak yağış bekleniyor. Güney Ege ve Batı Akdeniz'de başlayacak yağışların, bu gün öğle saatlerinden itibaren bu bölgelerde şiddetini artıracağı ve yer yer etkili olacağı tahmin ediliyor. Etkili yağış yarın, Doğu Akdeniz, Güneydoğu Anadolu ve Doğu Anadolu'nun güneyinde devam edecek.
    Türkiye-Irak sınırında deprem
    Türkiye-Irak sınır bölgesinde orta şiddette deprem meydana geldi. Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü'nden alınan bilgiye göre, dün saat 11.06'da, merkez üssü Türkiye-Irak sınır bölgesi ve Türkiye sınırları dışı olan depremin büyüklüğü 4,8 olarak ölçüldü.
    İşte Hollywood dedikoduları

    Kimilerinin bir rüya fabrikası kimilerinin de seyri en hoş silah dediği Hollywood sinemasının iksirinden içmeyen azdır şu yeryüzünde. Bazı internet siteleri ise Hollywood ile ilgili haber ve yorumlardan geçilmez. İşte bu sitelerden bir tanesi 'gereksiz bilgiler köşesi' adı altında bir sayfa açarak, ünlü film ve Hollywood yıldızlarıyla ilgili garip ama gerçek türünden bilgileri yayınlıyor. Okuyunca insanın komik, tuhaf, gereksiz, hadi be! türünden tepkiler verdiği bu bilgiler(!) arasında biz birinciliği Arnold Schwarzenegger'in 'Terminatör'üne verdik.
    Sinema severlerden biri üşenmemiş Arnold'un Terminatör filminde kaç kelime kullandığını hesaplamış. Bu sinema severin verdiği bilgiye göre "The Terminator I" filminde Arnold'un ağzından toplam 133 sözcük çıkmış. Kelime sayısını Arnold'un bu filmden kazandığı toplam paraya bölen sinema fanatiği 45.000 sayısına ulaşmış. Yani Arnold ağzından çıkan her sözcük için toplam 45.000 dolar almış.
    "The Terminator 2" filminde ise Arnold biraz daha fazla konuşmuş. Bu filmde sarfettiği sözcük sayısı tam olarak 474. Ve her sözcük için aldığı para ise 31.000 Amerikan doları.
    Diğer bazı ilginç bilgiler ise şöyle: "Yüzüklerin Efendisi"nin fragmanı, 7 Nisan 2000'de internet sitesinde yayınlandığı ilk gün 1 milyon 600 bin kişi tarafından izlenmiş.
    Robert De Niro'nun, "Awakenings - Uyanışlar" filminin çekimleri sırasında, Robin Williams tarafından kaza ile burnu kırılmış.
    Alfred Hitchcock sinemalarda gösterimlerinden sonra 5 filminin tüm haklarını satın alarak, bunları miras olarak kızına bırakmış.
    O çok sevilen Indiana Jones filminin ismi ise, George Lucas'ın köpeğinin adından geliyormuş.
    Son bilgimiz ise Gandhi filminden. 'Gandhi"nin cenaze sahnesinde tam 300.000 figüran kullanılmış.
    Usame Bin Ladin'in yeğeni Vafah Binladin adlı genç kızın İngiltere'de pop star olmaya çalıştığı öne sürüldü. The Sunday Times gazetesi, genç kızın, 18 ay önce 11 Eylül saldırısının hemen ardından ABD'den İngiltere'ye taşındığını öne sürdü. Gazete, "Pop endüstrisi kaynaklarına göre, şimdi bu genç kız bazı demonstrasyon plakları hazırlayarak kendini yapımcılara beğendirmeye çalışıyor. Bu firmalar arasında Madonna'nın plaklarının yapımcılığını üstlenen bir firma da var" ifadelerine yer verdi.
  • 17 Mart 2003
    Pazartesi
     
    Künye
    Temsilcilikler
    ReklamTarifesi
    AboneFormu
    MesajFormu
    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
    Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
    Bilişim
    | Dizi | Röportaj | Karikatür

    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
    © ALL RIGHTS RESERVED