AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

K R O N İ K  M E D Y A
'25 yıl kalırız' haberinin ömrü kısa sürdü

ABD Büyükelçisi Pearson'ın "25 yıl buradayız" dediğine ilişkin haber bütün gazetelere ulaşan "genel" bir haberdi. 13 Mart tarihli bazı gazeteler haberi manşetten değerlendirirken, bazıları ilk anda heyecana gelmeyip kontrol ettiler ve hiç "görmediler..."

İşin aslına bakılırsa tuhaf bir haberdi: Savaş karşıtları "Bunlar bir geldi mi, bir daha gitmez"i ısrarla vurgularken, "Bunlar"ın büyükelçisinin, "Irak'a girecek ve 25 yıl çıkmayacağız" diyerek savaş karşıtlarının eline böyle bir koz vermesi olacak şey değildi. Haberi manşetten veren iki gazeteden biri olan Star (öbürü Akşam) "ABD Büyükelçisi milletvekillerine resmen açıkladı: 25 YIL BURADAYIZ" başlığını kullanmıştı. Spotta da şöyle deniyordu: "ABD Büyükelçisi Pearson, milletvekillerine tüm planlarını anlattı: 'Bu bölgede demokrasi kültürü yok. Burada demokratik yapıyı, demokrasi kültürünü, geleneğini oluşturmak için uzun bir döneme ihtiyaç var. En az 20-25 yıl bu bölgede kalacağız.."

HÜRRİYET'TE YOKTU...

Haber, aralarında milletvekillerinin de bulunduğu 20-25 kişilik bir gruba Pearson'ın verdiği bir yemekte, büyükelçinin söylediklerine dayandırılıyordu. Yani "kaynak" boldu ve bu kadar önemli bir haberin sadece dört gazeteye (Star, Akşam, Sabah ve Zaman) ulaşmış olması düşünülemezdi. Hele Hürriyet'e ulaşmamış olması hiç düşünülemezdi. Peki, Hürriyet neden değerlendirmemişti haberi? (Not. Akşam, öbürlerinden farklı olarak Pearson'ın "25 yıl buradayız"ı, yemekli toplantıdan birkaç gün önce Tayyip Erdoğan, Yaşar Yakış ve Ali Babacan'la yaptığı 3.5 saatlik toplantıda telaffuz ettiğini öne sürüyor.)

Böyle önemli bir haberi Hürriyet'in neden değerlendirmediğinin cevabı, ertesi gün Hürriyet yazarı Yalçın Doğan'ın köşesindeydi. Doğan, "Yanlış bir haberin perde arkası" başlıklı, birinci sayfadan da anonslanan köşesinde olayı şöyle özetledi:

'VAHİM!'

"Hürriyet'e önceki gün, ABD Elçisi Pearson'ın 'Irak'ta 25 yıl kalırız. Dünyanın bu bölgesinde demokrasi kültürü yok' dediği haberi ulaştı. Hürriyet, 'Bir diplomat böyle konuşur mu' diye olayı sorgulayınca, sözlerin doğru olmadığı anlaşıldı. Hürriyet'in kullanmadığı haber dün manşetlere çıktı. Ve Pearson da bu sözleri dün yalanladı."

Doğan, haberin masaya düşmesinden sonra Hürriyet yazıişlerinde ortaya çıkan tartışmayı da şöyle özetliyor:

"Yazı İşleri'nde bir tartışma başlıyor. Öncelikle 'doğru mu' sorusu. Eğer doğruysa, tartışmasız manşet!.. Üstüne de yorum gerek!.. Haberin kaynağı kim ya da kimler?.. Bir CHP milletvekili. Hemen diğer soru, 'İngilizce biliyor mu?'.. Yanıt, bilmiyor! (...) Haber yeniden Ankara'ya soruluyor, Tufan Türenç, yemekte bulunan bir başkası ile konuşuyor. Türenç ve Hürriyet Ankara Bürosu aynı noktada buluşuyor: 'Haber doğru değil!.. Pearson böyle bir şey söylememiş!..' Bunun üzerine, ilk anda gazetecilik açısından müthiş iştah açan ve fakat doğru olmadığı anlaşılan haber, Hürriyet'e girmiyor. Aaaa!.. Dün gazetelere bakıyorum, üç-dördünde bu haber, o yanlış haliyle manşet!.. Yani, haber doğru mu, sorusu yok!.. Haber geliyor, hooop manşete!.. Vahim!.."

Yerinde bir tespit. Bizce de vahim!

ÖBÜR GAZETELER NE YAPTI?

Şimdi de bakalım, haberi "yanlış haliyle" veren üç gazetemiz Star, Akşam ve Sabah ertesi gün ne yapmış? (Dikkat ettiyseniz Zaman'ı bu gruba almadık, çünkü Zaman haberi "yanlış haliyle" veren gazeteler arasında değildi; bu gazetemizi yazının sonunda değerlendireceğiz.)

Star ve Sabah hiç oralı değiller... Ne Pearson'ın yalanlamasına yer vermişler ne de kendilerinin bir açıklaması var. Bu gazetelerin okurları için "25 yıl kalacağız" bilgisi artık kesin bir bilgi... Akşam okurları biraz daha şanslı. Onlar hiç değilse "'25 yıl kalırız'ın hikâyesi"ni okuyabildiler gazetelerinde.

DİNÇERLER Mİ SÖYLEDİ?

Akşam, "Pearson'ın yemeği"ne katılan ANAP MKYK üyesi Vehbi Dinçerler'le konuşmuş. Dinçerler, şöyle diyor:

"Masamdaki arkadaşıma ABD'-nin Irak'ta ne kadar kalacağını sordum. O da bana '10 sene' dedi. Ben ise 'Ne 10 senesi, 20-25 hatta 40 sene' karşılığını verdim. (...) Ben bunu söyleyince, Sayın Pearson da genel bir anlatım içinde 'Zaten bu tür durumlarda teknik olarak 5 sene kalmak gerekir' dedi. Ancak doğrudan Irak'ı kastederek, bir zaman vermedi. 20-25 sene sözü masada benden geldi."

Akşam, işte bu bilginin "Pearson'ın Tayyip Erdoğan, Yaşar Yakış ve Ali Babacan'la daha önce yaptığı görüşmede '25 yıl' cümlesini kullandığını gösterdiği" kanaatinde... Akşam böylece kendi haberinin "doğrulanmış" olduğunu söylüyor ki, biz buradaki mantığı hiç anlayamadık... Birincisi: Pearson yemekte "25 yıl cümlesi"ni kullanmamış. İkincisi: Kulanmış olsaydı bile, bu, neden üç gün önce bir başka toplantıda da aynı cümleyi telaffuz ettiğinin garantisi olsun?

Gelelim, haberi ilk gün Star, Akşam ve Sabah'la birlikte veren Zaman'a... Bu gazete, öbürlerinden çok farklı bir tutum içinde görünüyor... Her şeyden önce şu: Zaman, Pearson'ın yemekte yaptığı konuşmayı veriyor, ama bambaşka bir başlıkla veriyor: "Pearson: mutabakat muhtırası yeniden müzakere edilemez..."

Gazete, "ABD'nin bölgede kaç yıl kalacağı" meselesini haberin içinde, bir ara başlıkla görmüş: "ABD 5 yıldan fazla kalabilir..." Bu bölüm, "davetlilerden birinin" bir sorusu üzerine Pearson'ın verdiği cevaba dayandırılıyor. "Bir davetli" muhtemelen Vehbi Dinçerler...

Galiba "25 yıl cümlesi"nin asıl sahibi Dinçerler... Ve haber dönüp dolaşıp gazetelerimize böyle yansıdı... Biz haberin ertesi günü (14 Mart) "25 yıl" üzerine kurulu dört-beş savaş karşıtı köşe yazısı okuduk... Artık bu bir "veri". İşte "heyecan"la kotarılan bir haberin sonucu... Oysa "Savaş karşıtlığı" da "gerçekler"e dayalı olarak yapılmalı, değil mi? (A.G.)

Güngör Mengi, gazetesinin haberine inanınca

Vatan'da (14 Mart) birinci sayfa haberi: "YENİ KABİNE İÇİN CUMA'YI BEKLEDİ... Milli Görüş'ün 'Hayırlı Cuma' geleneğine Erdoğan da uydu. AKP lideri Cuma namazı sonrası Köşk'e çıkarak Bakanlar Kurulu listesini sunacak..."

Birinci sayfada bu kesinlikte kaleme alınan "haber" içerde biraz yumuşatılıyor, "ileri sürülüyor"lu versiyonla sunuluyor... Gazetenin başyazarı Güngör Mengi de yazısını haberin üzerine inşa etmiş. Mengi'nin ciddi tahlili, onun birinci sayfadaki "kesin" versiyonu dikkate aldığını gösteriyor...

Mengi, "Tuhaf sinyaller" başlıklı yazısına, Tayyip Erdoğan'ın yeni hükümeti oluşturma işini ağırdan almasını "tezkereden yan çizmeye yönelik bir oyalanma" olarak yorumlamanın artık mümkün olmadığını söyleyerek başlıyor. Mengi'yi böyle düşündürten şey, Meclis'in hafta sonu da çalışacağının açıklanması: "AKP'nin meclisi bu hafta sonunda da çalıştırmak istediği haberi, tezkereyle bağlantılı ihtimali tümüyle gündemden düşürdü..."

Bu durumda, Pazar günkü Siirt seçimini izleyen hızlı trafiğin birdenbire yavaşlamasının nedeni ne olabilir? Güngör Mengi soruyu soruyor ve ardından cevabını veriyor:

"'Yeni hükümetin açıklanması niçin gecikti, Erdoğan neyi bekliyor?' sorusuna Ankara'dan gelen son cevap şudur: 'Cumayı bekliyor!.' Şimdi itiraz gelecektir: 'Ettiği laiklik yemini ne oldu?' Tayyip Erdoğan veya sözcüleri de 'Cumaların hayrına inanmanın laikliğe bir zararı olmaz' diyeceklerdir. Toplumsal kültürün dokusunu büyük ölçüde din oluşturur. Gerçekten laikliğe zarar vermeyen kutsalların hayatımızda yaratacağı etkilere AKP iktidarında alışmak zorunda kalacağız..."

Valla, "Milli Görüş geleneği"nin eski iktidarlarına kadar uzanamadık ama, en son Abdullah Gül hükümetinin kuruluşuna baktık, hükümetin kuruluş takvimi, "gelenek"in hiç değilse bu hükümetle birlikte kırıldığını gösteriyor... Cumhurbaşkanı Sezer tarafından 16 Kasım 2002 Cumartesi günü görevlendirilen Abdullah Gül, kabinesini 18 Kasım Pazartesi günü Köşk'e sunmuş. Hükümetin programı 23 Kasım Cumartesi günü TBMM'de okunmuş, 28 Kasım Perşembe günü de güvenoyu almış.

Görüldüğü gibi bu günlerden hiçbiri "hayırlı Cuma"ya denk gelmiyor... Ama Gül'le terk edilen gelenek, Erdoğan'la birlikte geri çağrılmışsa, bunu da Vatan muhabiri istihbar etmişse, onu bilemeyiz! (A.G.)

'Küçük Aleyna' hikâyesi sarpa sardı, medya şaşkın!

Duymayanınız kalmamıştır herhalde; gazete ve televizyon kanallarının günlerce haber yaptığı "Küçük Aleyna"nın hikayesini duymadan kaldı mı?

İzmir'de yaşanan bir olay, medyanın yanısıra araya birtakım medyatik özel sağlık kuruluşlarının da girmesiyle kısa sürede "milli bir olay" haline getirilmedi mi?

Hatırlayacaksınız; İzmir'de mütevazı bütçesiyle hayatını sürdüren genç bir kadın bir gün kucağında küçük bir çocuk, "elinde sigara ve bira şişesi" olan yoksul ve "marjinal" başka bir kadınla karşılaşınca, çocuğa sahip çıkmak istedi... Bir iki görüşme sonrasında hayırsever kadın çocuğu nüfusuna kaydettirdi. Ancak bu arada, küçük çocuğun gözlerinin "körlük" derecesinde rahatsız olduğu anlaşıldı. Hikayenin bundan sonrasında işe artık medya da karışmıştı. Bol görüntülü haberlerle, "küçük Aleyna"nın tedavisi için yollar aranmaya başlandı. Özel bir sağlık kuruluşu çocuğa sahip çıktı ve yapılan ameliyat sonucu bir umut ışığı belirdi. Tabii bu arada yeni anne-çocuğun geçinmesıne yardım için bir de banka hesabı açıldı. Artık sıra anne-çocuğun mutlu halini gösteren haber ve görüntülerdeydi...

Hikaye aşağı yukarı bundan ibaret. "Küçük Aleyna" olayı, hiç şüphesiz medyanın arayıp da bulamayacağı bir malzemeydi. Nitekim bu malzeme medya tarafından sonuna kadar kullanıldı.

Ancak dikkat ettiyseniz, bu habercilik çerçevesinde hiç kimsenin "Yahu bu ne iştir? Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nda da yazdığı gibi aynı zamanda bir 'sosyal devlet'se, bir çocuğun imkansızlıktan dolayı kör kalması kabul edilebilir mi?" diye sorduğuna şahit olmadık. Haksız mıyız; "küçük Aleyna" eğer yurtiçinde yapılabilen küçük bir ameliyatla gözlerine kavuşabiliyorsa, bu "sosyal devlet"in görevlileri, yetkilileri bugüne kadar nedereydiler?

"Küçük Aleyna" olayında medyanın hiç sorgulamadığı bir diğer husus da, hikayenin "nüfusa kayıt" faslıydı. "Nüfusa kayıt" işleminin bu ülkede pekçok şarta bağlı olduğu, bu ülkede insanların canının istediği çocuğu nüfusuna kaydettiremediğini (yani bu ülkede hemen herkesin bildiği bir gerçeği) ülkenin medyası bilmiyor muydu? Tek başına mütevazi bir bütçeyle yaşayan tek bir kadının bir dükkanda karşılaştığı bir çocuğu "Aaaa ne şirin bir çocuk, ben bunu hemen nüfusuma kaydettiriyorum!" diyerek işlemlere başlayabilmesi mümkün müydü?

Olsun; "hikaye" medya açısından haddinden fazla çekici olduğu için işin bu yönü üzerinde duran da olmadı.

Ve nihayet geldik 14 Mart Cuma gününe.... Milliyet gazetesi birinci sayfadan ilan ediyor: "Nüfus kayıtlarına göre.... O, Aleyna'nın gerçek annesi / Küçük Aleyna Sevgi Dağ'ın gayri meşru çocuğu diye kayıtlı".

Günlerdir ballandıra ballandıra anlatılan hikayenin nereye vardığını görüyor musunuz?

Milliyet'ten Elif Korap, bir dedektif gibi çalışarak Dağ'ın kütüğünün doğum bölümüne ulaşmış. İşte bu bölümde karşılaştığı not: "Medeni Kanun'un 290. maddesine göre tanzim ve tescil edildiği..." Muhabir okurlara 290. maddenin ne dediğini aktarmayı da unutmamamış: "Nesebi sahih olmayan çocuğun anası, doğuran kadındır."

Ve tabii meselenin arkası gelmiş: "Kayıtta evlatlık edinildiğine dair herhangi bir bilgi bulunmuyor. Oysa evlatlık edinme durumunda mahkeme kararı ve noter tasdiki mutlaka kütüğe kaydediliyor...."

İşte, alın size yeni bir "küçük Aleyna" hikayesi...

Elif Korap, "Neler anlatmıştı?" başlığı altında Sevgi Dağ'ın tutarsız bulduğu açıklamalarını da aktarıyor....

Evet, öyle anlaşılıyor ki, büyük bir ihtimalle "küçük Aleyna" hikayesinin aslı Milliyet muhabirinin anlattığı gibi....

Peki o zaman hikayeyi çok seven medya ne yapsın? "Ne yapsın"ı var mı, baksanıza klavyenin başına şimdiden geçilmiş bile! Tabii ki bundan sonrası için de hikayenin bu faslı işlenecek....

Öyle bir medya ki, önüne hoşuna giden bir hikaye çıktığı için hiçbir ön araştırma yapmadan önce günlerce ballandıra ballandıra tadını çıkaracak, sonra işin aslını öğrendiğinde de işin bu faslını "özel haber"e çevirecek...

Biz kendi hesabımıza "küçük Aleyna" ve annesi için çok üzüldük... Medyanın ve birtakım medyatik özel sağlık kuruluşlarının eline düştükleri için. Eğer hikaye Milliyet'ten Elif Korap'ın yazdığı gibiyse bile onlara hak vereceğiz. Belki de bu "oyunu" oynamaktan başka çıkış yolları yoktu. Belki de "küçük Aleyna"nın gözlerinin tedavisi için hep benzer haberlerin peşinde koşan ülke medyasına "nüfusa geçirme" hikayesini uydurmaktan başka çareleri yoktu. Milliyet'in haberi gerçeği yansıtıyorsa, bu işte "yüzü kızaracak" olan tabii ki onlar değil. Herkesten önce, gözleri görmeyen bir çocuğu haddinden fazla mütevazı bir bütçeyle yaşayan annesiyle birlikte tek başına bırakan "sosyal devlet"in yüzü kızarsın...

Peki ya "medya", "küçük Aleyna" ve annesinin yanılttığı medya ne yapsın?

Ona ancak "geçmiş olsun" diyebiliriz! "Özel haber" peşinde çok koşarsan sonuç bu olur...

Neyse, "küçük Aleyna" ve anne açısından sonuç hiç de fena değil: Aleyna'nın hiç değilse bir gözü ameliyatla tedavi edildi ve kendilerine bir konut alabilmeleri için 38 milyar lira toplandı....

Şaşkın medyaya da derdine yanmak düştü! Hadi bakalım doğru "nüfus kayıtları"na... (K.B.)


16 Mart 2003
Pazar
 
YÖNETENLER: Kürşat Bumin
Alper Görmüş


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED