AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

Y A Z A R L A R
Ben neymişim be abi...

Okurlarıma çok eskilere dayanan bir sözüm var: İnanmadığım hiçbir görüşü yazmayacağım. İnançlarımız aynı olmayabilir, görüşlerimiz de, ancak burada okuyacağınız her görüş benim inandıklarımdır. Bu size yıllar önce verdiğim ve bugüne kadar tutmak için gayret ettiğim ilk sözdür.

Bunu yazmamın sebebi, birilerinin ısrarla, savaş konusunda gelinen noktayı 'fiyasko' olarak tanımlaması ve 'fiyasko'nun faturasını da bana çıkartmak istemesi. "Sen 'Türkiye direnirse savaş başlamaz' diyordun; ABD'nin Türkiye'yi içermeyen bir planı (B Planı) yok iddiasındaydın..." Bundan sonra geleni tahmin etmek güç değil: TBMM tezkereyi reddetti, ama ABD ve İngiliz ortak güçleri Irak'a saldırıyı başlattı...

Benim tezlerim doğru çıkmamış... Yani? Yani, Türkiye'nin ABD'nin savaşına katılmamasının ardında benim bu yanlış tezlerim yatıyormuş... Yani, ben yazmışım, hükümet yazdıklarımdan etkilenip tezkereyi geçirmemiş ve Türkiye 'çağın fırsatı'nı bu yüzden kaçırmış...

Aslında, bu, ekmeğini kalemiyle kazanan birine yöneltilebilecek en kıvanç verici iddia... Öyle ya, bizler, görüşlerimizi, bir çok başka şeyle birlikte, okuyanları etkilemesi için de yazıp yayınlarız. Boşluğa söylenecek söz için kim çenesini yorar? Okunmayacağını bilen biri neden yazsın ki? İnandıklarımızı yazarız, okurlar iltifat eder okur, doğru olduğuna inanırlarsa etkilenirler...

Tezlerimin, savaş çıktığı ve işgalci güçler Bağdat'a doğru yola çıktığı halde, yanlış olduğu kanaatinde değilim ben. Savaş çıktı, çünkü Amerika kuzey cephesi sorununu bir biçimde aşabileceğini düşündü; hatta savaşı bir an önce başlatarak bu emeline daha kolay erişebileceğini hesap etti... Aksi halde, neden Türkiye'nin dört bir tarafında onbinlerce dönüm araziye yığınak yapsın ABD?

Savaşın başlaması, benim temel tezlerimden birini sakatlama yanında, ABD'ye Türkiye üzerinde mânevi baskı uygulama fırsatı da veriyor... Sadece güneyden ilerleyen kara kuvvetlerinin Bağdat'a ulaşması o kadar kolay değil... Hem çok masraflı, hem zâyiatı tahammül edilemez boyutlara çıkartacak, üstelik de savaşı uzatacak bir yol bu... Washington, bir süre sonra, Ankara'ya dönüp "Gelin, nasıl olsa savaş çıktı, bize Irak'ta asker bulundurma imkânı sağlayın" diyebilecek...

Yeni bir tezkereyle istediğini elde edemezse, Washington, emrivâkilere bile tevessül edebilir... Tabii, benim haftalar boyu burada yazdığım tezin tersine ABD'nin gerçekten bir 'B Planı' varsa, o zaman durum farklı... Benim temel tezimin esas sınanması, Washington'un Türkiye üzerindeki baskısını azaltmasıyla olacak...

Hadi, bir an için, tezlerim yanlış çıktı diyelim... O halde, Washington ile Ankara arasında üçüncü tezkerenin TBMM'den çıkması sonrasında yaşanmaya başlanan son ihtilâfın sebebi sizce ne? TBMM, tezkereyle, ABD Türkiye'nin hava sahasını kullanma hakkı kazandı; aynı tezkerede Türk Silâhlı Kuvvetleri'nin (TSK) gerektiğinde Irak'a girebilmesi de öngörüldü... Washington, Ankara üzerinde uyguladığı baskılarla, Türk hava sahasını kullanmaya başladı; ancak, aynı Washington, Türk askerlerinin Kuzey Irak'a girmesini istemedi.

Tabii, hatırladınız: Benim bir tezim de, ABD'nin savaşla ilgili planlarında Türk ordusuna herhangi bir rol düşmediğiydi. Kuzey Irak'a Türk askeri gönderilmesi konusu ne zaman açılsa,"ABD buna izin vermeyecek" deyip durdum. ABD'nin 'şimdi' itirazının ikinci tezkerenin reddiyle bir ilgisi yok; o tezkere kazaya uğramayıp geçseydi de, 'şimdi' yaşanan ihtilâfla o zaman karşılaşılacaktı... Washington'daki savaş lobisi, Türkiye'yi ikna etmek için her sözü verebiliyor, sözünü tutması kendisinden istendiğinde lügatında hazır bir sözcük bulunuyor nasıl olsa: "Sorry"...

Peki, neden o zaman, "Türkiye direnirse bu savaş çıkmaz" cümleme takılarak, beni, neredeyse 'vatan hâini' ilân edecek kadar ileri gidiyorlar? Son iki gündür, iğrendiğim için, gazeteleri elime almıyor, sinirlendiren kanallara bakmıyorum; ancak -çoğu üstü kapalı- bir çok saldırıya muhatap edildiğimin yine de farkındayım... Benim üzerimden iktidarla da hesaplaşıyorlar...

Yahu, biraz olsun insafa gelin: Savaş gibi önemli bir millî politika, devletin cumhurbaşkanı, başbakanı, bakanları, genelkurmay başkanı, kuvvet komutanları, MİT, diğer istihbarat birimleri işin içine hiç katılmadan, birbirleriyle doğru-dürüst görüşmeyen, biri siyasi diğeri gazeteci iki kişinin telepatik anlaşması ile kararlaştırılıp yürütülüyor olabilir mi? Devletin organları bir tarafta, Abdullah Gül ile ben diğer tarafta ve benim dediğim devlet politikası haline dönüşüyor... Akıl zorlayan bir iddia bu.

Eğer bu iddia doğru olsaydı, birinci, ikinci, üçüncü tezkereler Meclis'e gelir miydi? Üçünün de Meclis'e sevkine şiddetle karşı çıktım ben. Eğer benimle devlet büyükleri arasında illâ bir paralellik aranacaksa, ikinci tezkerenin sevkini istemediğini çeşitli biçimlerde beyan eden, ilk bombalar Bağdat üzerine gönderildiğinde, "Uluslararası meşruiyet yoksunu bu savaşı onaylamıyorum" sözlerini ifade eden Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in tavrına yakınım ben...

Aslında kalemimin ucuna kadar geldiği halde nasıl yazacağımı bilemediğim için ertelediğim bir konu daha var. Yarınki yazım eğlenceli; ancak, "Aldattın" diye gönül koyanlar okumasınlar...


23 Mart 2003
Pazar
 
TAHA KIVANÇ


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED