AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

Y A Z A R L A R
Maddî vatan Manevî vatan

Geçen hafta Said Halim Paşa'nın kabrini ziyaret ettiğimde "vatan" hakkında söylediklerini tekrar tekrar düşündüm. Ne kadar da haklıydı... Hakikaten bir milletin 'manevî vatan'ına karşı ilgisiz kalıp sevgisizlik ve saygısızlık göstermesi, tasavvuru güç ve anlaşılmaz bir hata idi.

Bu nedenle daha önce yazılanların bir kez daha yinelenmesi faydadan hâli olmayacaktı:

- "Her milletin millî kanun ve an'aneleri, üzerinde yaşadığı topraktan daha kıymetli bir 'manevî vatan' meydana getirirler. Çünkü insan topluluklarını bir millet haline getiren onlardır. Başka bir kavmin tahakkümü altına düşen bir millet, arazisini değil, kanun ve an'anelerini kaybettiği için istiklâlinden olur. Üzerinde yaşadığı toprağı çoğu zaman terke mecbûr olmadığı ve belki de ondan daha da fazla istifade ettiği halde esirdir, çünkü millî değerlerini kaybetmiştir. Bizim gibi vatan toprağını korumak uğrunda asırlardan beri kanını cömertçe dökmüş olan bir milletin, 'manevî vatan'ına karşı ilgisiz kalıp sevgisizlik ve saygısızlık göstermesi, tasavvuru güç, anlaşılmaz bir hatadır!"

Bir toplumun vatan tasavvuru, o toplumun mekân tasavvurunu, tarih tasavvuru da zaman tasavvurunu anlamak bakımından önemli bir mikyastır. Vatan (mekân) tasavvuruyla kastettiğimiz pek tabii ki bizâtihi maddî vatandır; yani bugün siyasî/idarî sınırlarımız içerisinde kalan toprak parçasıdır. Oysa tarih, manevî vatan'dır. Bir toplum sadece maddî vatan'a sadakatiyle değil, aynı zamanda manevî vatanına sadakatiyle de toplum haline gelir ve ancak sadakatinin iki yönüyle birlik ve beraberliğini korur.

Said Halim Paşa, bu kavramı biraz daha genişletip "her milletin millî kanun ve an'aneleri, üzerinde yaşadığı topraktan daha kıymetli bir 'manevî vatan' meydana getirirler" demektedir ki elhak doğrudur. Doğru olan bir husûs daha varsa o da manevî vatanımızın üstüne titremekteki aymazlığımızdır. Kaç asırdır düşmanlarımızla elbirliği yapıp bizi 'biz' yapan bütün değerlerimizden kurtulmaya çalışıyor, belki maddî esirliğe karşı çıkmakta teraddüt etmiyoruz ama bu arada manevî esaretimizin farkına bile varmıyoruz.

Bu esaretin sebebi sadedinde Paşamız şöyle diyor:

- "İçinde bulunduğumuz şu elemli buhranın tek sebebi, Batı Medeniyeti'ne kayıtsız-şartsız girmek ve kendi medeniyetimizi tanımamak isteyişimizdir. Bu buhran ancak o fâhiş hatanın tam olarak anlaşılıp (...) tamirine çalışılması ile ortadan kaldırılabilir. İşte ancak o zaman kendi şahsiyetimizi güzelce düşünüp esas alarak, kendi şartlarımız ve vasıtalarımızla, kendimize has bir hayat sürmeye başlarız. Derin bir perişanlık içinde bulunan ruhumuz ve dimağımız da bu sayede, mazideki huzur ve rahatını tekrar kazanır. Ancak bundan sonra millî istidadımızın tabii bir akış içinde gelişmesi mümkün olur. Bizler de o zaman, bunca ızdıraplı senelerin bıraktığı izleri tamir ve tedavi yolunda imkân ve çare gösterebilecek, verimli, canlı bir fikir faaliyetine yeniden başlamaya muvaffak olabiliriz."

Bunlar 1921'de yazılmış hüsn-i niyet taşıyan temenniler idi. Fakat sadece o kadar! Oysa biz böyle yapmadık, bu yolu tercih etmedik... Kendi medeniyetimizi tanımamak husûsundaki inadımızdan vazgeçmediğimiz gibi, aşağılık psikozu içerisinde kendimizi hakir görmek aculluğunu da terketmeye bir türlü yanaşmadık. Medeniyetimizin büyük ustalarını, büyük düşünür ve sanatçılarını ne anladık, ne de biraz olsun anlamaya çalıştık. Aramızda o zevâta işaret edenler eksik olmadıysa da onların da kıymetini bilmedik, öyle ki ne zaman Dimyat'a pirince gittiysek, evdeki bulgurdan da olduk!

Ne kadar anladığı meşkûk olmakla birlikte yabancı dilde okuduğu birkaç kitabı hemen hikmetin anahtarı haline getiren aculların ağız kalabalıklığı yüzünden kendimize vakit ayırmadık, kendimiz üzerinde düşünmedik, kendimizi tanımaya çalışmadık, kendimize saygı duymadık. Öyle ki bu memleketin evlatları akıllarının erdiği günden beri kendileriyle savaşıp durmayı bilgiçlik sayar oldular. Ayakları bir manevî vatan üzerine basmadı, basamadı bir türlü.

VE ne yazık ki Paşa'nın dedikleri doğru çıktı.

- "Bir Kant'ın yahut bir Spencer'in ahlâk görüşüne inanan, ayrıca ictimaî hayatta Fransız, siyasette İngiliz usûlünü kabul eden bir müslüman, ne kadar bilgili olursa olsun, ne yaptığını bilmeyen bir kimseden başka birşey değildir. Çinlilerin ahlâk, Hintlilerin hayat ve Meksikalıların siyaset görüşlerini benimseyen bir Fransız veya Alman acaba nedir? Madem ki bir Fransız yahut Alman gibi hissetmiyor, düşünmüyor, kullandığı lisan Alman yahut Fransız lisanı olsa da o ne Alman, ne de Fransızdır!"


17 Mayıs 2003
Cumartesi
 
DÜCANE CÜNDİOĞLU


Künye
Temsilcilikler
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Röportaj | Karikatür | Çocuk
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED