AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ
Albaraka Türk

K R O N İ K  M E D Y A
Hem yayın yönetmeni
hem köşe yazarı olunca...

Bir gazetenin genel yayın yönetmeni aynı zamanda o gazetenin köşe yazarıysa, aslî fonksiyonunu (haberlerin seçimi ve denetlenmesi) ister istemez aksatacaktır. Çünkü, bir köşe yazısı bir insanın günlük mesaisinin önemlice bir bölümünü alır, götürür... Son günlerin en tartışmalı haberi (doktor kızını öldüren baba) buna güzel bir örnek teşkil ediyor...

Her gün yazı yazmanın zorluğunu ancak yazan bilir... Ne kadar kolay ve hızlı yazarsanız yazın (ki biraz sonra sözünü edeceğimiz Hürriyet gazetesi genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök'ün böyle bir köşe yazarı olduğunu biliyoruz), günlük enerjinizin önemlice bir bölümünü bu işe ayırmak zorundasınız...

Konumuz, genel yayın yönetmenlerinin, Türk basınında zaten yeterinden epeyce fazla olan "köşe"lerde de arz-ı endam etmeleri... Bugün, bu "usul"ün en önemli sakıncasını somut bir örnek üzerinden göstermeye çalışacağız...

Hipotezimiz gayet basit: Diyoruz ki, bir gazetenin genel yayın yönetmeni aynı zamanda o gazetenin köşe yazarıysa, aslî fonksiyonunu (haberlerin seçimi ve denetlenmesi) ister istemez aksatacaktır. Çünkü, dediğimiz gibi, bir köşe yazısı bir insanın günlük mesaisinin önemlice bir bölümünü alır, götürür...

Üzerinde duracağımız somut örnek, son günlerin en çok tartışma yaratan haberi olan "doktor kızını öldüren baba" haberi... Biliyorsunuz, 4 Temmuz tarihli Kronik Medya'da, Vatan gazetesi yazarı Haşmet Babaoğlu'nun eleştirisinden yola çıkarak konuyu biz de ele almıştık. ("Hâlâ mı 'haklı cinayet?', hâlâ mı 'anlamlı cinnet?'" .başlıklı yazı...)

Hatırlarsanız, başlığımızdaki "hâlâ"lar, Hürriyet gazetesinin ikinci gün haberine gönderme yapıyordu... Babaoğlu, ilk gün bütün gazetelerin düştüğü tuzağa çok güçlü bir eleştiri getirmiş, "Haklı cinayet, anlamlı cinnet olmaz arkadaşlar" başlıklı bir yazı yazmıştı... Biz de o yazıdan yola çıkarak, yazının çıktığı gün (3 Temmuz) Hürriyet'in "tarikat cinayeti"nde ısrar eden ikinci gün haberini eleştirmiştik... Şöyle demiştik:

"'Doktor kızını pompalı tüfekle öldüren baba' haberinin ikinci günü... Hürriyet'ten: 'Babanın tüm uyarıları karşılıksız kaldığı gibi, genç kızı etkisi altına alan bu cemaat, yavaş yavaş ailenin diğer bireylerini de ele geçirmişti. Artık, baba dışında tüm aile tarikata girmişti...' Söyleyin, bu satırları, 'artık babanın eline silah almaktan başka çaresi kalmamıştı' gibi bir cümle takip etseydi şaşırır mıydınız?"

Geliyoruz asıl meseleye... 3 Temmuz tarihli Hürriyet'te, haberin takibi "Tarikatın yok ettiği aile" başlıklı bir haberle yapılırken ve gazete ilk günkü performansının da ötesine geçmişken, üçüncü gün (4 Temmuz) gazetenin genel yayın yönetmeninin şu satırları yazmasını biz anlayamıyoruz:

"BU BAŞLIĞA İMZA ATIYORUM... 'HAKLI cinayet, anlamlı cinnet olmaz arkadaşlar.' 'Vatan Gazetesi' yazarı Haşmet Babaoğlu'nun dünkü yazısının başlığına aynen katılıyorum. Bu cümlenin bir gazetecilik ilkesi olarak belgelere girmesi lazım. Kabul edelim, ilk gün bu cinayeti hepimiz çok özensiz biçimde verdik.

Başlıklardan çıkan anlam, 'Kızını tarikata kaptıran zavallı adam cinnet getirip, cinayet işledi.' Oysa daha ilk günden cinayetin hiçbir hafifletici nedeninin bulanmayacağı gerçeğinden hareket etmeliydik. Hiç şüphesiz, eğer kızı gerçekten tarikat üyesi olduğu için cinnet getirmişse, bu haberin unsuru olarak verilmeli. Ama bu tür haberler yazılırken, başlıkları atılırken, cinayetin hafifletici nedenlerini aramak bizim görevimiz olmamalı. O hukukun ve savunma avukatlarının işidir. Bu bir cinayettir. Üstelik, olayın arkasından konuşan herkes babayı suçluyor ve ölen kız hakkında iyi şeyler söylüyor. Dolayısıyla buna 'tarikat cinayeti' demek fevkalade yanlıştır. Artık bu mesleki refleksleri daha iyi kontrol etmenin yolunu aramalıyız."

Biz, bu yazıyı kaleme alan bir yayın yönetmeninin ilk gün gazetesinde çıkan o vahim haberi gördükten sonra meseleye "uyanamamış" olmasını katiyen anlayamayız... Ertuğrul Özkök, ilk günkü haberi gördükten sonra "eyvah, biz ne yaptık?" demiş olmalı... Peki ikinci gün, haber nasıl daha da vahim bir tarzda sürdürüldü Hürriyet'te?

Biz burada, yayın yönetmeninin haber sayfalarıyla yeteri kadar ilgilenememesinin temel unsur olduğu kanaatindeyiz... Çünkü o aynı zamanda bir köşe yazarıdır ve o günkü yazısı için epeyce bir mesai ayırmak zorundadır. (Genel yayın yönetmeninin aynı zamanda "işadamı" olduğunu ve bu fonksiyonu için de epeyce bir enerji sarf etmek zorunda olduğunu hesaba katarsak, tablo daha da vahim bir hal arz eder...).

"Meslekî refleksleri daha iyi kontrol etme"nin yollarının en önemlilerinden biri, yayın yönetmenlerinin "sahaya inmesi"dir... Kabul, bu formül sadece genel yayın yönetmenlerinin "mesleki reflekslerle" davranılmasının doğru olduğuna inandıkları örnekler için geçerlidir... Yoksa biz de biliyoruz, bazı başka reflekslerin her şeyin önüne geçtiği durumlarda hiçbir "mesleki refleks"in işe yaramayacağını, yaramadığını...

Şöyle özetleyelim: Genel yayın yönetmenleri, "mesleki refleksler"i samimi olarak uygulamak istediklerinde dahi gazetelerinin sayfalarında tatsız sürprizlerle karşılaşabilirler... Meğer ki, patronluktan ve köşe yazarlığından vazgeçip aslî fonksiyonlarına avdet etsinler... (A.G.)


VATAN GAZETESİ HÜRRİYET'E ÖYKÜNÜYOR
'N.Ç.'ye karşı 'M.A.'

Anlaşıldı, "büyük basın" bu yazı tecavüz tefrikalarıyla geçirecek. Hürriyet'in yüzkızartıcı bir suç işleyerek "N.Ç."nın basına ve dinleyicilere kapalı bir duruşmada verdiği ifadesinden bazı bölümleri "seçerek" yayımlamasının üzerinden birkaç gün geçmişti ki, bu kez Vatan gazetesi benzer bir yayına başladı.

İsterseniz Vatan'a geçmeden önce, Hürriyet'in yüzkızartıcı yayınının akıbeti hakkında bir iki soru soralım:

Olayın üzerinden bir haftaya yakın bir süre geçmesine rağmen, gazete hakkında bir soruşturmanın başlatıldığını filan duymadık. Hatta öyle ki, bir televizyon programında avukat Canan Arın'ın biraz da "Hiç değilse böyle bir soruşturma açılır" beklentisiyle dile getirdiği "gizli mahkeme tutanakları"nın yayımlanmasını bile dert eden yok... Durum böyle olunca, Hürriyet'in söz konusu yayının "çocukluk pornosu" faslından bir soruşturmaya konu olmasını beklemek herhalde hepten hayal...

Ne güzel; ne "serbest", "hür", "özgür" bir ülkede yaşıyoruz da haberimiz yok... Soruşturma açmak yetkisine sahip olanlar acaba gazetenin söz konusu yayını bir kitapçık haline getirip "poşet içinde" satışa sunmasını mı bekliyorlar?

Gelelim Vatan gazetesine: bu gazete bildiğiniz gibi, ayakta kalabilmek için kendisine has bir "tarz" yaratmaya çabalıyor ama bir türlü olmuyor. O da ne yapsın, en kolay yolu tercih edip Hürriyet'in "N.Ç." yayını benzeri bir yayın için malzeme aramaya koyuluyor. Nitekim çok geçmeden bulmuş da...

Gazete 3 Temmuz tarihli sayısında sürmanşetten şöyle duyuruyordu: "Bu kez de İstanbul'da bir N.Ç. olayı". Söz konusu olay bu kez uzaklarda değil, İstanbul'un göbeğinde yaşanmıştı. Hürriyet'in "N.Ç."sinin yerini Vatan'ın "M.A."sı almıştı. İki öğretmeninin tecavüzüne uğradığı söylenen "M.A"yı da -aynen "N.Ç."gibi-neredeyse olduğu gibi seçebiliyorduk. Gözlerine "bulunsun" kabilinden bir bant yerleştirilmiş olsa da, Vatan'ı eline alan herkes "M.A."yı yaşıtı 10.000 genç kız arasından kolaylıkla seçebilirdi. "M.A."nın gazetede yeralan ifadesi "N.Ç."ninki gibi gizli mahkeme tutanakları elden geçirilerek toparlanmadığı için, okurların kafasında bayağı soru işareti oluşturabilecek nitelikteydi. Mesela herşeyden önce "M.A." nın "üç yıl boyunca" süren tecavüz olayının nedenine ilişkin getirdiği şu açıklama: "Sınıfta bırakma tehdidi".

Olamaz demiyoruz ama açıklama biraz problemli değil mi? İstanbul'da 17 yaşında bir öğrenci, sadece "sınıfta bırkma" tehdidi sonucu "üç yıl boyunca" iki öğretmeninin tecavüzüne uğrayacak?

Neyse, işin "hafiyelik" tarafı bizi zaten ilgilendirmiyor. Biz asıl Vatan'ın "M.A"nın ifadesinden hangi bölümlerin üzerine atladığına bakalım. Tahmin etmişsinizdir muhakkak; tabiî ki, "N.Ç."nin ifadesinin gerisinde kalmamak için olsa gerek, yine o aynı en rahatsız edici olayların anlatıldığı bölümler...

Fakat gazetenin bir gün sonraki sayısında (4 Temmuz) ne görüyoruz? Sürmanşette yine bir öncekesine benzer bir ifade ("Lisede rezalet büyüyor") yer almasına rağmen, Vatan'ın bir gün önce "M.A"nın ifadesinden alarak "altını çizdiği" Hürriyet'i taklit eden bütün o satırlar yok olmuş... Ortada yine çirkin iddialar var; ancak bu iddialar bir gün öncekilere kıyasla "solda sıfır" nitelikte. Ne oldu, nasıl oldu da bir gün öncenin çok "iddialı" Vatan'ı ikinci gün bu derece "sakinleşti"? nedenini bilmiyoruz ve açıkça bilmek de istemiyoruz doğrusu... Ama şu bir gerçek ki, ülkenin "büyük basın"ının elinden çocukları kurtarmak da artık önemli bir görev haline gelmiştir. (K.B.)


Erdoğan, 3. köprü için ne dedi?

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 1 Temmuz'da İstinye'de Türk Boğazları Gemi Trafik ve Bilgi Yönetimi Sistemi'nin açılışını yaptı... Eh, konu Boğazlar olunca, törende yaptığı konuşmada ister istemez "İstanbul Boğazı ve üçüncü köprü" meselesine de değindi. Başbakan'ın 3. köprü konusunda ne düşündüğünü Vatan ve Radikal şu başlıklarla duyurdular okurlarına...

Vatan (2 Temmuz): "ERDOĞAN: İSTANBUL'A 3. KÖPRÜ CİNAYETTİR"
Radikal (2 Temmuz): "ERDOĞAN ÜÇÜNCÜ KÖPRÜDE ISRARLI"

Sizin gibi biz de "Bir konuşma bu kadar mı farklı algılanır?" diye düşündük haliyle ve iki haberi de baştan sona okuduk. Vardığımız sonucu size bildiriyoruz: İki gazete "İstanbul"dan farklı farklı şeyler anladıkları için başlıkları da farklı olmuş... Şöyle ki:

Tayyip Erdoğan, her iki gazetede de aynı olan konuşmasında, 3. köprünün şart olduğunu ama köprünün mutlaka ikinci köprünün kuzeyine kurulması gerektiğini söylemiş. Erdoğan, bu şekilde ağır taşımacılığın Karadeniz sahiline çekileceğini ve İstanbul trafiğinin rahatlayacağını düşünüyormuş. Başbakan, görüşlerini böylece ifade ettikten sonra eklemiş: "İki köprü arasına üçüncü bir köprünün olamayacağını söylüyor ve böyle bir köprüyü bir cinayet olarak görüyorum."

Biz size haberin aslını aktardık, kimin başlığının daha doğru olduğuna siz karar verin... Bizim anladığımıza gelince: Galiba Vatan'cıların "kuzey"de bir köprüye itirazları yok, Radikal'cilerin ise var. Hafiften spekülatif olma pahasına şunu da söyleyebiliriz: Vatan'cılar, hükümete, "Arnavutköy'den geçmesin de ne yaparsan yap" demek istiyorlar galiba... Bundan sonra belki bir şey daha söylenebilir ama o artık çok spekülatif olacağı için, söylemiyoruz... (A.G.)


'AKP'nin demiryolu takıyyesi'

Cumhuriyet'in Ankara Bürosu, İstanbul'a gönderdiği haber için "AKP içkisiz vagon istedi" başlığını uygun görmüş... Haber de şu:

"AKP milletvekilleri Eyüp Aşar ve Ünal Kaçır TCDD trenlerinde içki ve sigara içilmeyen ayrı bir vagon bulundurulmasını istediler. AKP milletvekilleri isteklerine gerekçe olarak 'trenlerin yemekli vagonlarındaki sigara dumanı ve yoğun kokuyu' gösterirken TCDD Genel Müdür Süleyman Karaman trenlerde iki ayrı yemekli vagon bulundurmanın zor olduğunu, ancak başlattıkları 'Yeşilay Bölümü' uygulamasını yaygınlaştırmayı düşündüklerini söyledi."

Gerçekleşebilseydi, TCDD trenleriyle seyahat edenlerin en az yüzde 90'ının "ah, keşke" diyeceği bir uygulama olmaz mıydı bu? Bakın ne güzel: İçki ve sigara içenler yemeklerini "içkili" salonda yiyecekler, buna karşılık içmeyenler "içkisiz" bölümde... İçki içip sigara içmeyenler de nereyi isterlerse, orada... (Şimdi aklımıza geldi: Sigara ve içki içenlerin yemek yediği salon ferahlayacağı için onların da uygulamaya destek vereceğini düşünürsek, yüzde 90'lık oranı düzeltmemiz gerekir: Yüzde 100 tüketici memnuniyeti kokusu alıyoruz biz buradan.)

Ne var ki Cumhuriyet yazıişleri, bu işte bir "takıyye" kokusu sezip haberi birinci sayfaya taşımaya karar vermişler... Meseleyi tam olarak anlayabilmeniz için, "AKP'nin demiryolu takıyyesi" başlıklı haberin birinci sayfa bölümünün tamamını da aktarmalıyız... O da şöyle:

"Meclis KİT Komisyonu'nda konuşan AKP milletvekilleri Eyüp Aşar ve Ünal Kaçır, TCDD trenlerinde içki ve sigara içilmeyen ayrı bir vagon bulundurulmasını istediler. AKP'liler gerekçe olarak 'yemek vagonlarındaki yoğun koku ve dumanı' gösterirken TCDD Genel Müdürü Karaman buna karşı çıktı."

Başlığa ve spotun son cümlesine dikkat edin: Cumhuriyet'teki meslektaşlarımız "Bizi kandıramazsınız" demek istiyor, "yaptığınız takıyyenin farkındayız, gerçek niyetinizi biliyo-ruz, laik yaşam tarzının vazgeçilmez unsuru olan içkiye karşı sinsice bir oyun içindesiniz, zaten TCDD Genel Müdürü de bunu farkedip size karşı çıkmış..."

Cumhuriyet, sağolsun, işleri iyice karıştırmaya başladı. Yahu, milletvekilleri "yoğun koku ve duman oluyor, içki ve sigarayı yemekli vagonlarda yasaklayalım" dememiş ki, "takıyye" başlığınız hiç değilse mantıken azıcık tutarlı olsun... Hepi topu, bir tane de ondan olsun demişler...

Hem sonra haberin devamında TCDD Genel Müdürü'nün "Yeşilaycı" olduğunu öğrenen Cumhuriyet okurları birinci sayfada müdürün "laik refleks"le davrandığını ima eden o son cümleyi nasıl yorumlayacaklar?

"Düşman"a karşı "gazetecilik" yapmak çok zor, çok... (A.G.)


6 Temmuz 2003
Pazar
 
YÖNETENLER: Kürşat Bumin
Alper Görmüş


Künye
Temsilcilikler
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Karikatür | Çocuk
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED