AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

D Ü Ş Ü N C E    G Ü N L Ü Ğ Ü
AVRUPA İSLAM TOPLUMUNA
'Euro İslam' dayatması

Ortaya çıkan yeni durum karşısında, Batı uygarlığının öncü ülkeleri tarafından tez üstüne tez hazırlanmakta veya hazırlatılmaktadır. Bütün bu tezlerin ana hedefi: Nasıl ve ne şekilde Müslümanları 'entegre' veya 'enterne' debiliriz, sorusuna cevap/yöntem arayışıdır; en azından, Müslümanları nasıl kimliksizleştirebiliriz?..

  • RECEP KARAGÖZ / YAZAR
    Soğuk savaşın sona ermesi ile birlikte, Batı (Küresel Roma) uygarlığının çağdaş temsilcileri tarafından dünyada artık 'tek kutup' bulunduğu ilan edildi. Fukuyama buna 'Tarihin Sonu' dedi. G. Bush da, Amerikan Kongresi'nde yaptığı konuşmada 'Yeni Dünya Düzen'i olarak nitelendirdi. Günümüzde ise daha çok 'Globalizm' veya 'Küreselleşme kuramı' sıkça kullanılmaktadır. Ancak bütün bu tanımlamalar sonuçta 'tek kutuplu bir dünya'yı işaret etmektedir. Bir başka deyişle, bütün dünyanın Batı uygarlığının egemenliğini kabul etmekten başka bir yolunun bulunmadığını...

    Bu tanımlamaların, hangisini alırsanız alın, en temel hedefi; bütün farklı kültürlerin tek bir kültür (Batı kültürü) çatısı altında aynileşmeleridir. Yeme/içme, giyim/kuşam, eğlence farklılıklarından tutun yönetim biçimine değin aynileşmesi. Yine, gelenek ve göreneklerin tamamen terk edilerek, dilimizden dinimize değin bütün değerlerimizden soyutlanarak Batının kültürel hegomonyası altına girmemizi ve böylece kimliksizleşmemizi içerir. Bu süreçte hiç beklenilmeyen bir zamanda gelen aykırı bir sesleniş, Batının zafer sarhoşluğu üstünde soğuk duş etkisi yaptı. Çağrı 'Uygarlıklar Diyalogu' diyordu. Üstelik bir de çağrının sahibi İslam medeniyetine mensup İran Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi'ydi. Yıl 1998, Yer Birleşmiş Milletler. Hatemi aynı çağrıyı daha sonra Batı başkentlerinde de seslendirmiştir. Örneğin Hatemi'nin 12.07.2000 tarihindeki Almanya ziyareti esnasında Weimar şehrinde, cumhurbaşkanı, meclis başkanı, başbakan, bakanlar, milletvekilleri, bürokratlar ve 2000 civarında üst düzey yönetici ve aydınlara yaptığı tarihi konuşma. Ortaya çıkan bu en yeni durum karşısında, Batı uygarlığının öncü ülkeleri tarafından tez üstüne tez hazırlanmakta veya hazırlatılmaktadır. Bütün bu tezlerin ana hedefi: Nasıl ve ne şekilde Müslümanları 'entegre' veya 'enterne' edebiliriz sorusuna cevap/yöntem arayışıdır; en azından Müslümanları nasıl kimliksizleştirebiliriz? Yeni durumla birlikte duymaya başladığımız Almanya İslamı, Avrupa İslamı gibi, İslamın evrensel boyutuyla hiç bir ilişkisi kurulamayacak olan kavramlar, Batı ve yandaşları tarafından ortaya sürülmüştür. Bu kavramların özünde yatan olgu, Yeni Dünya Düzeni normlarını reddetmeyen ve Batı'yla uyum içinde bir yaşam sürdürmeyi yeğleyen bir İslam anlayışıdır. Yeni Dünya Düzeni normlarıyla örtüşen bu anlayış bir konsept halinde Müslümanlara sunulmalıydı. Müslümanlara düşen de bunu kabul etmek olmalıydı. Ayrıca ikinci bir yol açılmamalıydı. İkinci yol Müslümanların temel itikatlarından biri olan tebliğ etme sorumluluğunu ve 1500 yıllık tarih ve medeniyetlerini gündeme getirir ki, bu da Yeni Dünya Düzeni dayatmasının karşısına alternatif olma özelliğini taşır.

    2004 yılında yeni katılımlarla birlikte 'Avrupa Birleşik Devletleri'ndeki Müslümanların sayısı 25 milyon civarında olacaktır. Bu azımsanması mümkün olamayan bir orandır. Şöyle ki: 2004 yılı itibarıyla meydana gelecek Avrupa Birleşik Devletleriínde yerleşik Müslüman nüfus oranı tek başına bir çok üye ülkenin yekün nüfusundan daha fazladır. Hatta birden fazla üye ülke nüfusunu birleştirecek olsak dahi Müslüman nüfus sayısına ulaşamayacaktır. Biraz daha değişik açıdan konuya yaklaşıldığında; bir tek Avrupa ülkesinde yaşayan Müslüman nüfus oranı dahi birden fazla üye ülkenin nüfusuyla karşılaştırıldığında daha fazla olduğu görülecektir.

    25 milyona varan ve sürekli artış içinde olan bir nüfusa sahip Müslüman topluma 'Avrupa İslamı' nasıl kabul ettirilecek? İşte bunun için oluşturulan araştırma merkezleri harıl harıl çalış[tırıl]maktadır. Bu araştırma merkezlerinden biri, 'Almanya'daki Kur'an okulları Müslüman yabancıların entegrasyonunu tehdit ediyor' fikrini ileri sürebilecek derecede kendi uygarlık değerlerini kenara itmiş ve bu yolla Alman devletinin özgüvenini [!] kazanmış Faruk Şen'in direktörlüğünü yaptığı, Almanya tarafından finanse edilen Türkiye Araştırmalar Merkezi [TAM]'dir. Bu hizmetin karşılığı olarak Faruk Şen, Federal Almanya Cumhurbaşkanı Johannes Rau tarafından, 2003 yılı başında 'Federal Liyakat Madalyası' ile ödüllendirmiştir. Avrupa Komisyonu'nun desteklediği 'Muslim Voices in the European Union' başlıklı araştırmanın amaçlarını TAM uzmanı Yasemin Özbek şöyle açıklamaktadır: "Avrupa Komisyonu'nun bize verdiği raporun amacı, AB ülkelerinde Müslümanların hangi koşullar altında yaşadıklarını, taleplerini hangi kurumlar aracılığıyla dile getirdiklerini ve dini azınlık olarak ne tür sorunlarla karşılaştıklarını incelemek." Araştırma, Almanya dışında Belçika, Fransa, İsviçre, İngiltere, Hollanda ve İtalya'da da yürütülüyor. Avrupa İslamı savı çerçevesinde yaptığı çalışmalarını Alman yetkililere servis yapan bir diğer isim, Şam (Suriye) doğumlu Bassam Tibi'dir. Tibi, Müslümanların "kültürel düşüncelerini ve dünya görüşlerini kültürel modernlikle uzlaştırmalarını, Avrupa anayasalarıyla uzlaşabilecek bir İslam biçiminin geliştirilmesi"nin adına Avrupa İslamı adını vermekte ve kadınların örtünmesini bu teze aykırı bulmaktadır. Bilindiği gibi, Almanya'da, İslam'ın resmi din olarak tanınması ve okullarda İslam dini dersi verilmesi Almanya Müslüman Toplumunun anayasal hakkıdır. Ancak, Türkiye Araştırmaları Merkezi'nin yanı sıra Almanya Atatürkçü Düşünce Derneği [AADD], Almanya Türk Toplumu [ATT] gibi tabansız kuruluşların karşı tutumları da öne sürülerek söz konusu hak, Almanya tarafından savsaklanmaktadır. Almanya'nın gerekçesi, Müslümanları temsil edecek bir cemaatin yokluğu. Aslında esas gerekçe, Avrupa İslamı tezini temsil edecek bir kuruluşun bulunmayışıdır.


    Başkasızlığın çölü

  • NİHAT DAĞLI / YAZAR
    Hayat, suyun akıp gittiği yerdedir. Uzaklardan akıp gelmişliğin dokunuşlarıyla ıslanmış toprağın elementlerini kendine geçiren fide bize hayatı söyler. Ve su çekilmişse bir yerden, hayat da kısa bir süre sonra orada biter; toprak kurur, renk sarıya döner, yüzü ölüme dönük bir akış başlar. Biz bir su gibi akarız başkasına. İlk önce isimlerimizle dokunuruz insanlara. Her isim bir hayata işaret ettiği için, isimlerimizden sonra hayatımızın ışıkları düşer üzerlerine. Hayatımız ve iç evresine vakıf olduğumuz başka hayat, birlikte, bir başka hayatın kahramanı olurlar.

    İsmimiz bir hafızaya düşmüşse, arkasından hayatımız oraya sokulmuşsa ve hikayemiz de orada kendine yer açmışsa, biz tek kişi olmaktan çıkarız. Artık sadece kendimizde değil, başkasında da yaşarız. İçimize doğan ve orada büyüyen her şey, isim ve hikayemizin yaşadığı yer ve insanlara da sıçramıştır. Hafızasına ismimizi düşüren, kalbinin kapılarını hikayemize açan insan için önemli hale gelişimiz, varlığımıza bir işaret olur. Çünkü artık o insanda yerimiz var; yanına gittiğimizde çoğaldığını hissediyor, kendisinden ayrıldığımızda bir boşluk hissediyor. İsmimizin tekrarlandığı o yer varlığımızın altını çizer devamlı. İsmimiz ona bir şey hatırlatır, yanında bulunuşumuz ile olmayışımız arasında bir fark yaşar. Başkasında başlattığımız kımıltılar, ya da kalplerimizde yeri olan isimlerin bize taşıdığı renkler, ikisi de hayata, yani diriliğe işaret olur. Birbirimizde yaşarız. Kökümüz bizde derinleşirken, dallarımız başkalarında çiçek açar. Ve bizi iki tür ölüm bekler. Varlığımızın yükünü taşıyan biyolojimizin bir sebeple çöküşü, ölümün birinci ve bilinen türüdür. Ölümümüzün üzerinden günler ve yıllar geçtikçe, bir hatıraya dönüşen varlığımızın rengi solar, sonra da yerimizi başka renkler alır. Ancak geride bu tür ölümün siliciliğini alt edecek eserler bırakmışsak, insanlarda yaşamaya devam ederiz. Demem o ki, bu tür ölümün dayanılır tarafı vardır. Diğer ölüm şekli, yani en acı olanı, insanların hayatından çekilmektir. Girdiğimiz kalplerden ve hafızalardan silinmemiz, varlığımızın ölümü anlamına gelir. Artık başkasına gitmiyoruz, başkası da bize gelmiyordur. Biz başkasına bir şey hatırlatmıyorsak, sözlerimizle kalplerinde adımlar atmıyorsak ve bunu hissetmiyorsak, başkasında yaşadığımızı duyuran haberler de gelmiyorsa bize, ölümün ikinci türlüsünü tadıyoruz.


    Bilim ve sanat arasında bir karşılaştırma

  • OSMAN SAFA BURSALI / ÖĞRENCİ
    Bilimle sanat arasındaki en derin farklardan birisi de bilimin zaman geçtikçe eskimesine rağmen geçmiş zaman edebiyatının-sanatının hâlâ canlı olup araştırılmayı ve incelenmeyi bekleyen taraflarının bulunmasıdır. Meselâ Pisagor, teoremini günümüzden iki bin küsur sene önce meydana getirmiştir ki, o dönem için hakikaten mühim bir gelişmedir. Ama o dönem için... Çünkü teorem, Pisagor'dan sonra onun açtığı yolda ilerleyen insanlar tarafından aşılmıştır. Bu gün ise söz konusu teoem ortaokul matematiğinin müfredatındadır, sadece.

    Buna karşın edebiyat ve sanat eserleri, geçen yıllara meydan okur derecede hâlâ tartışılmakta, her gün sayısız insanlarca okunup incelenip eleştiri konusu yapılmakta, eserlerin yeni yeni ayrıntıları keşfedilmektedir. (Pisagor'la aynı dönemde -antik çağda- yazılmış olsalar bile...) Ve bu gün dahi o eserler ortaokul öğrencileri taraffından değil, ancak konunun uzmanı ehliyetli kişiler tarafından tetkik edilebilmektedir. Bilimle sanat arasındaki bu farkı kısaca şöyle izah edebiliriz: Bilim eskir; çünkü ilerleyen, kendini geliştiren her şey arkasında eski bir şeyler bırakmak zorundadır. Sanat ise eskimez; zira gerileme-ilerleme, gelişme gibi kavramların söz edilemediği alanlarda eskime durumu olmaz. (Buna paralel olarak felsefenin sanata, bilimden daha yakın durduğunu söyleyebilsek de, sanat her dönemde farklı bir tarzda karşımıza çıkmasına rağmen felsefe doğuşundan bu güne soru sormaktan başka bir şey yapmıyoruz.


    Dil, ağrıyan dişe gider

  • MÜKERREM BULUT / YAZAR
    Günümüz dünyasında kanayan öyle yaralar var ki, yapılan müdahaleler çözüm olmamakta aksine emperyalist çıkarlar uğruna çözümler adeta çözümsüzlük olmaktadır. Batı toplumlarında kanayan yara yok denemez, esasını 'kendini yeterli görme' ilkesine dayandıran bu toplumlar için bunalım, kaos kaçınılmazdır. Çünkü Alemlerin rabbi olan Allah toplumsal hayattan çekilmiş, bu noktada tanzim edici insan kalmıştır. İşte temel felsefe budur. Durum böyleyken bu toplumların sancı duymaması, saadet içerisinde yaşaması düşünülemez. Emperyalist sömürgeci güçler hem kendi toplumlarını hem de sömürmekte oldukları toplumları kendi boyunduruğu altına alarak bu toplumları da kendi kaderlerine ortak etmektedirler.

    Sanayileşmenin, teknolojinin beraberinde getirdiği rahatlık insanları azgınlığa sürüklemekte, kulluk bilincinden uzaklaştırmaktadır. Halbuki insan için bir nimet olan bu unsurlar, rabbani değerlerle boyanıp fıtratla uyumlu bir şekilde kullanılmalıydı. İşte sözde çağdaş olan bu toplumları adım adım takip eden ümmet aynı girdaba düşmekten kendini kurtaramadı. Tamamen tüketim toplumu oldu. Neticede ümmet kendini soğuk savaşın içinde buldu. Kültürel, ekonomik savaş. Bu savaştan çıkış yolu ancak bu değerlere sarılarak mümkün görünmekte. Ümmet kendi değerlerini korumalı, sahiplenmeli yaşamalı, yaşatmalı. Bu değerlerin kaynağına inmeli oradan adeta avuç avuç yudumlamalı. Çünkü unutmamalı ki, kültürel ve ekonomik olarak hür olamayan toplumlar için esaret, kölelik kaçınılmaz olacaktır.

    Pratik hayatta insanın kendini yeterli görmesi, toplumsal tuğyanı da beraberinde getirmekte. İşte bu noktada nefisler hesaba çekilmeli, nefislerdeki tuğyan unsurları tesbit edilip bu yaraları sarmalıyız. Ekonomik yönden hür olmalı derken, maddenin bağımlısı olmamalı maddeyi esir almalı, şükrünü ifa eden bir bilinçle kullanmalıyız. Realitede bunu pek başaramadığımızda bir gerçek. Çünkü helalle haramın karıştığı bir dünyada sarraf olmalı değerlerimizin kıymetini bilmeli, bu ayırımı dikkatli yapmak durumundayız.

    Unutmamalı ki akıntıya karşı kürek çekmedikçe, bu akıntıdan kurtulmak mümkün görülmemekte. Zaman küreklere asılma zamanı. Yoksa hazin son kaçınılmaz olacaktır.


  • 5 Temmuz 2003
    Cumartesi
     


    Künye
    Temsilcilikler
    AboneFormu
    MesajFormu

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
    Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
    Bilişim
    | Dizi | Karikatür | Çocuk
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
    © ALL RIGHTS RESERVED