|
Bir Ramazan hatırası/Hatıralara ne kadar güvenebiliriz?

Biraz sonra okuyacağınız satırları yazarken fark ettim ki, hatıraların zamanına değil duygularına güvenmek gerekiyor.

Size 1984 Ramazan-ı Şerif’ini anlatacaktım. Yine anlatacağım. Ama anlattıklarım tamamen başka bir kurguda olacak. Bu kurgunun “sahihliğini” ise “Allâme Google”a borçluyum.

Birkaç yıl önce bendenizden bir Ramazan-ı Şerif yazısı kaleme almam istendiğinde “Ne tür bir yazı?” dedim. “Hatıralarınızdan bahsedebilirsiniz” dediler. O sıra hatıraların bahçesine inmek içimdeki közü tutuşturur korkusuyla “Yok,” dedim, “ben Ramazan sofraları, günümüzde yemeğin gönüle ve mideye değil, tamamen göze hitap eden yapısı üzerinde durayım.”

Teklifim kabul edildi. Lakin yazıların da kaderi var. Ve dahi yazıların da kederi var.

Yazmak istediğim yazı ile yazdığım yazının hızla birbirinden uzaklaştığını fark etmem yarım saatimi aldı. Kelamın yolu ısrarla 1984 Ramazan’ına, 1984 Ramazan’ında yaşadığım depreme doğru ilerliyordu.

Her şey biraz önce seyretmiş olduğum film kadar taze, gözümün önünde yazılmayı bekliyordu.

Hafızamın ihaneti ile gözümün önünde duran kare şöyle idi:

Yıl 1984. Mezuniyet sınavları ile Ramazan-ı Şerif, Haziran ayında buluştu.

Başörtüsü yasaklarından dolayı okula başımda birkaç kat örtü ile gidiyorum. En altta siyah bir tülbent. Tülbentin üstünde naylon bir peruk, peruğun üstünde naylon bir file. Filenin üstünde bere. Berenin üstünde başörtüsü.

Gençliğin inancına sahip olmak başka bir şey. Şansım yaver gider de kimse başımı açtırmaz ise, beş kat örtünün içinde kendimi ferah hissediyorum. İşler yolunda gitmez ise her defasında baştaki örtülerden birini çıkararak sınavlara girip çıkıyorum. Kapıdaki polis memuru “Bacım,” diyor “böyle yapmasan. Bak senin arkandan gülüyorlar. Alay ediyorlar.” Hiç aldırmıyorum. “Gülsünler.” diyorum polise. “Biz hayatı zaruret miktarı yaşayacağız. Gülenler bizim hanemize kayıtlı değil.”

Polis ile aramızdaki bu konuşmadan sonra yoluma çıkanların sayısı azalıyor. Zaten mesele felsefe koridoruna varabilmekte. 1983 yılına kadar Hasan Amca dediğimiz, yasaklardan sonra kraldan kralcı kesilen kapı görevlisini atlattıktan sonra; felsefe koridorunda hiç kimse, senin başının örtüsüyle filan ilgilenmiyor.

1984 yılının Ramazan-ı Şerif’inden arta kalan en kuvvetli duygu bu. Şimdi o kadar inanarak söyleyebiliyor muyum bilmiyorum: “Biz hayatı zaruret miktarı yaşayacağız.”

Başımda her cinsten örtü ile mantık imtihanına giriyorum. Soruların hepsini yapıyorum. Herkesin yapabildiği tek soru hariç. Soru iskambil kâğıtları ile ilgili. Cevaplarımı teslim etmek üzere kürsüye doğru gidiyorum. O zamanlar “Doç. Dr.” titrine sahip olan Şafak Ural “Bitti mi?” diye soruyor. “Bir soruyu yapamadım.” “Hangi soru?” “Son soru.” “Nasıl olur? Puan verebilmek için sordum o soruyu.” Yüzüm pancar gibi kızarıyor. İskambil oyununa ve kâğıtlarına dair hiç bilgim olmadığını anlıyor. “Tamam sen o sorudan muafsın. Puanlamayı ona göre yaparım.”

Hatıraların mahzeninde bundan sonrası birbirine karışıyor. Sanki o loş mahzende aslına pek uygun olmayan bir kes yapıştır yaşanmış gibi.

Bizim nesil yorgunluğu ve şikâyeti bilmeyen bir nesildir. Belki de yorgunluğu ve şikâyeti bilmeyen son nesiliz. Bizden öncekiler bizim dayanıklılığımızı, gayretimizi beğenmezdi. Ama biraz sonra anlatacaklarımı okuyunca bana hak vereceğinizi sanıyorum.

İstanbul’un nemli havasına dayanamayan annem, o yaz, ortaokul öğrencisi olan iki kardeşimi alarak memleketin kuru iklimine sığındı. Biz İstanbul’da babam ve ağabeyim ile birlikteyiz. Hal böyle olunca ben bir taraftan mezuniyet sınavlarına giriyor, üç vasıta değiştirerek okula vasıl oluyor, yine üç vasıta ile eve dönüyor, sonra da iftar için sofra hazırlıyorum. Uzun günün ardından gelen iftar vaktinden sonra her şey o kadar hızlı ki bir taraftan sofrayı toplayacağım bir taraftan akşam namazı, ardından teravih namazı için camiye koş, dönüşte hemen sahur. Ders çalışmak için ancak sahurdan sonraki vakit kalıyor. Haliyle hiç uyumadan sınava giriş.

Bunca telaşın arasında bir de yapmam gereken merdiven silme işi var. Titiz ev sahibimiz herkesin haftada bir gün merdivenleri silmesini buyurdu. Annem giderken sıkı sıkı tembih etti. Söz aldı. Sözüm söz, o merdivenler bunca telaşe içinde ille de silinecek.

Mantık sınavından döndüğüm gün kıyafetlerimi bile değiştirmeden çantamı bıraktığım gibi merdiven silme işine giriştim. İkindi namazına kadar merdivenleri silip sonra iftar için yemek hazırlayacağım.

Bir taraftan merdivenleri siliyor bir taraftan da zihnimin bana yaptığı oyunların içinde hafızamın elimi yavaşlatmasına engel olmaya çalışıyorum.

Hafızamın oyunu ne mi? Orhan Kemal’in “Devlet Kuşu” isimli romanında Avare Mustafa’nın kız kardeşinin hafta sonları ev işi yaparken kendi evinin işini yapacağını hayal ettiği sahneler mesela. Merdivenleri siliyor, bir taraftan da mesela bir kadın filozof olsaydı -ki o zamanlar aynı dersleri almakta olduğumuz erkek arkadaşlarımız kadınlardan filozof çıkmadığına dair sürekli bizi aşağılama girişiminde bulunurdu- bu merdiven silme işini nasıl bir metafor olarak kullanırdı diye düşünüyorum. Çünkü, Allah rahmet eylesin, hocamız Prof. Dr. Nihat Keklik, felsefe ve metafor bahsinde filozofların kullandığı metaforları öyle güzel anlatıyor ve bizleri geleceğin filozofu olacağımıza o kadar inandırmış bulunuyordu ki, hayattaki her ayrıntıyı, alnımızın terini akıttığımız her işi, ilerde kuracağımız teori için metaforlar üreteceğimiz bir imkân olarak görüyorduk.

Oruçlu bir insanın o sarhoşluk ile basamak ve merdiven bahsinden bahtına bir şey düşmeyeceğini düşünemiyordum elbet.

Haşim’in “Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden” mısraı bütün merdivenli imajların üzerini örttüğü için zihnim hiç kıpırdamıyor merdiven ve metafor bahsinde diye kendimi teselli ediyor, yine hocamın etkisiyle bundan sonra daha az şiir daha çok felsefe diye kendimi ikna etmeye çalışıyordum. Merdiven silme bahsini, felsefi metafor olarak kullanmak üzere zihnimi zorluyordum, ama bu zorlama sadece baş dönmesine yol açıyordu. 

Başım niye dönüyor? Yorgunluktan. On altı saattir ayaktaydım. Niyetli ve uykusuzdum. Açlık neyse, ama susuzluk candan can alıyordu. O baş dönmesi ile birlikte beni bekleyen on dört basamağa baktım. Tamam, merdivenleri silme işi bitince derhal uyuyacaktım. Oturduğum yerde uyursam iftara yarım saat kala uyanıp, kahvaltı ile çorbadan oluşan bir sofra kurabilirdim. Ama en güzeli babam ve ağabeyimin bir iftar daveti alıp iftara hiç gelmemesi ve benim sadece su ile iftar edebilme hürriyetine kavuşmamdı tabii.

Çok şiddetli bir şekilde bir daha başım döndü. Aman Allah’ım bu nasıl bir baş dönmesidir ki yer altımdan kayıp gitti. Derken apartmanda bir hareketlenme oldu. Henüz kurumamış basamaklara basıp geçtiler. Tekrar silmeye çalışırken yaşlı bir teyze, komşuya gelmiş bir misafirdi herhalde, bana bakıp “Allah akıl fikir versin bu da hâlâ temizlik derdinde” dedi.

Anacığına söz veren sen değilsin tabii hanım teyze. Sözümüz söz.

Derken ev sahibimiz feracesini omuzlarına atıvermiş, kaçar gibi iniyor merdivenlerden. “Hadi kızım, hadi” diyor bana da bir taraftan.

Yani ne demek istiyor “Hadi kızım, hadi” derken... Senin sildiğin merdiven bu kadar olur mu demek istiyor? Yoksa akşamın bu saatinde silinen merdivenden ne hayır gelir mi demek istiyor? Sabahın işi seherde kıymetlidir gibi bir şey ima ediyor belki.

Yer bezini daha kuvvetli bir şekilde sıkmaya çalışarak mermer basamaklara ışıltı armağan etmeye uğraşıyorum.

Çamurlu kovamı elime alıp herkes aşağı inerken ben yukarı çıkıyorum. Ki komşular o çamurlu kovayı kapının önüne boşaltıvermesin.

Olan biteni akşam haberlerini dinlerken anladım. Deprem olmuştu. Depremin sarsıntısını, ben baş dönmesi sanmıştım. Buraya kadar her şey güzel. Yani hayatımıza Allame Google girmemiş olsaydı, 1984 yılının Ramazan’ına dair yazdığım bu satırlarda bir sorun olmayacaktı.

Deprem acaba hangi güne rastlıyordu diye net âlimine sorunca, karşıma 10 Temmuz diye bir tarih çıktı. Acaba Ramazan-ı Şerif’in kaçıncı günü diye detay bulmaya çalışırken 1984 depremi başlığının altında esasen 1894 depremini anlattıklarını fark ettim. Ne yani 1984’te deprem olmamış mıydı? Peki, benim hatıra bahçemde solmadan duran o an, zihnimin oyunu mu?  

Hatıralara ne kadar güvenebiliriz? Hatıralara ancak duyguların tarihi olarak güvenebileceğime kanaat getirdim.

Duygularımızı ve anlatacağımız konuyu daha etkili kılabilmek için belki de farkında olmadan başka günlerin olaylarından aldığımız ışık ve ses yardımı ile belirgin hale getiriyoruz. Evet, bazı insanlar kendilerini hatıraların sahnesinde daha çarpıcı hâle getirebilmek için yapar bunu. Kendisini, hatıraları yoluyla adeta baştan inşa eder. Olmadık kes yapıştır hamlelerinde bulunur.

Benim yaptığım kes yapıştır ne olabilir yukarıda anlatmış olduğum satırlarla ilgili olarak? Yıl 1984 değil de daha sonra Yüksek Lisans yaptığım dönem olabilir. Mantık imtihanı ile deprem aynı günde yaşanmamış olabilir. Polis memuruna belki de o kadar cevval cevap vermemiş olabilirim. Bu cevabı, yıllar sonra o anın ezikliği altında her defasında yeniden restore edip, bugün utanmayacağım bir şekle sokmuş olabilirim.

Öyleyse yukarıdaki satırların kıymeti nedir? Bütün bunlar yaşandı. Olaylar gerçek. Olayların birbirine eklenmesi konusunda otobiyografik hafızamın tasarruflarından da takdir edersiniz ki ben mesul olamam.

Otobiyografik belleğimiz bize rağmen anı biriktirir, bize rağmen o anıları düzenler ve bize rağmen, belki de hiç hatırlamak istemediğimiz zamanlarda onları hafızanın o loş mahzenlerinden gün yüzüne, söz meclisine alır getirir.

 
Meraklısı için notlar

Bu yazıyı yayınlama sebebim şu: Yıllardır her Ramazan-ı Şerif öncesi bendenizi Ramazan programlarına “Çocukluğumun Ramazanları”nı anlatmak üzere davet ediyorlar. Yaşamakla mükellef olduğumuz bir ibadeti, geçmişin, çocukluğun bahçesine hapsetmenin tehlikeleri üzerinde durarak davetlerine icabet edemeyeceğimi, dünün değil günün Ramazanlarını konuşmayı neden düşünmediklerini sordum davet sahiplerine yıllarca. Orucu bozan şeyler üzerine konuşmayı adet edinmiş, kes yapıştır medya dili, orucu tamamlayan idrak üzerine konuşma bahsine çok uzak.

Hâl böyle olunca bendeniz de “yakın geçmiş”in oruçlu günlerini kendi hatıra bahçemden tamamlamayı ödev edindim.

#Ramazan
#Oruç
#Fatma Barbarosoğlu
1 yıl önce
Bir Ramazan hatırası/Hatıralara ne kadar güvenebiliriz?
İçindekinin içindekini görmeye niyeti olanlar…
Fortuynizm-1
İsmailağa buluşması
Nezahet, Zarafet ve Nezaket...
İmalat PMI, kredi kartı harcamaları ve Fed