|
“Elin oğlu adam olmuş…”
Yakıcı güneşin ön camlardan, rüzgârın kamçı gibi şaklayan sesinin yan camlardan içeri dolduğu, Aralık ayını Ekim gibi idrak eden bir gün... Şehirden ilçeye doğru yol alan minibüsün içinde herkes nefesini tutmuş iki adamın konuşmasını dinliyor. İki adamın konuşmasına ara sıra bir kadın sesi karışıyor. Öfke ile itiraz eden bir kadın sesi. Şu muhabbeti bir sonlandırın demek isteyen sitemkâr bir kadın sesi.

Soruları soranın gür bir sesi var, cevaplayan içine içine konuşuyor. Soruları soranın kimliği şoföre hitaben “Al şurdan iki Sinan Paşa enişte!” demesiyle aşikâr oluyor. 65-70 yaşlarında iri yarı bir adam. Cevap veren şimdilik karanlıkta. Onu sadece ses olarak duyuyoruz.

-Senin oğlanın karısı Covitten ölmüş diye duyduydum...

-Öldü.

-Evlendi mi? Evlencek mi?

-Bulduk birini bakam. Evlencek. Köye gelcek gari. Vücut müsaade etmiyor, emekli olcek.

-Evi barkı var mıydı İstanbul’da?

-Va ya. Olma mı? Üç katlı evi var. (Sanki İstanbul’da her akıllı insanın evi olur, bu da soru mu şimdi dercesine cevaplıyor.)

-İstanbul gibi bir yerde! Üç katlı ev! Helal olsun...

(Bir kadın soluk ve bezgin bir ses ile itiraz ediyor: “Şimdi mi yaptıla. O vakit yaptıladı ya!”)

Soru soran sormaktan, cevap veren dilinin ucuyla cevap vermekten yorgun düşüyor, ama sorular dönüp dönüp tekrarlanıyor. Cevap veren her defasında yeni bir teferruat ekleyerek soranın hıncını, haset damarını coşturuyor.

-İstanbul gibi bir yerde üç katlı ev. Vay be! İyi kazanıyormuş senin oğlan. Ne işi yapıyodu...

-Servis. Okullara, bankalara.

-Kendinin mi araba!?

-He kendinin. Üçü de kendi arabaları ile...

-Oğulları da mı? Onların da mı kendi arabası?

-He onların da kendi arabası. (Adam içine içine, ama muhatabını deli edecek bir umursamazlık ile anlatıyor. Aklı olan herkesin olur malı mülkü dercesine.)

Soran, sordukça delleniyor. Her sorusundan, sorusuna aldığı her cevaptan sonra iç alemi iyice karışıyor sanki: “El alemin oğlu bu kadar mal mülk ediniyor da benim sıpalar neden bir kesere sap olamadı” diye içinden isyan ettiğini neredeyse bütün yolcular hissediyor...

Araya giren kadın sesinin, başkasının oğlunun başarısını kıskanan adamın karısının sesi olduğunu anlaşılıyor nihayet. Kocasının sordukça dellenen, kabaran yüreğinden, belki de yükselen tansiyonundan (hastane durağından bindiklerine ve adam bu kadar iri yarı, kilolu olduğuna göre muhakkak kronik rahatsızlıkları olmalı) endişeli, sorularına bir son vermesi gerektiğini ima ediyor her vesile ile: “Ayağını içeri al, bak insanlar geçemiyo. Bi sus bak herkes sizi dinliyo.”

Kabaran yüreğini, şişen haset damarını indirecek bir teselli cümlesi arayışını bırakmıyor, kendi sorduğu soruları başına, yüreğine, vücuduna dert etmiş olan.

-İstanbul’un neresinde dediydin üç katlı evin? (Belki o üç katlı ev pek makbul bir yerde değildir. Dağın başında bir yerdedir. İstanbul’un sonunda bir yer.)

-Küçükçekmece’den Tepeüstü’ne giderken...

-İstanbul’u bilmem ben. İyi bi semt mi?

-İyi olmamı len! İyi tabi. Dairesini kiraya verse 8 bin para getirir.

-Hee baya iyi yerdeymiş. Senin oğlan bayağı başarılıymış.

Sesini içine kaçıra kaçıra konuşan, yeni bir soru beklemeden oğlunun başarısına yeni bir bilgi ilave ediyor.

-Köyden de arsa aldıla. Hem kendi hem oğulları. Hepsi ev yaptı.

-Hepsi! Müstakil mi?

-Müstakil. Kocaman bahçenin içinde ikişe katlı ev yaptıla.

-Senin oğlan bayağı başarılıymış. Servis şoförlüğünden. Şehirde apartman, köyde villa.

Köydeki villalar, soru soranın tadını iyice kaçırıyor. Var bunda bir bit yeniği diye düşünüyor. İnsan yiyip içmese bile birikmez bunlar. Soruların yerini peş peşe sıralanan “cıkcıkcık”lar alıyor.

Bekliyor ki muhatabı da ona sorsun. “Senin oğlanlar ne yaptı?” desin. Hiç oralı değil sorulara muhatap olan. Zerre merak etmiyor. “Sen nerede yaşıyorsun?” diye bir sor da yolcuların merakı geçsin değil mi? İstanbul’u pek de iyi bilmeyen soruların sahibi nerede yaşıyor? İzmir’de mi? Bursa’da mı? Sesini içine kaçıra kaçıra konuşan asla bir şey sormuyor, ama kendisine sorulan her soruyu cevaplama konusunda pek şevkli. Mühim olan onun oğulları, onun oğullarının başarısı... Başkalarının hayatına dair bir ufacık merak kırıntısı... YOK!

Sorduğu sorulara verilen cevapların altında enkaza dönüşmüş olan iri yarı adam, biraz sonra ineceği ilçenin sokaklarına bakıyor ve müthiş bir kırgınlıkla küfreder gibi bağırıyor:

“Hiç değişmemiş len. HİÇ! Hep aynı.”

Soruların sahibinin “Türkiye’nin hiç değişmeyen, hep aynı kalan en eski ilçesi” tespitini onaylayan birkaç destekleyici cümle gelince minibüs halkı ikiye ayrılıyor. Gelişti diyenlerle gelişmedi diyenler birbirine girecek gibi oluyor. Kimin ne dediği, neyi savunup neye itiraz ettiği anlaşılmıyor artık. Şoförün başı şişiyor: “Durun bi yav. Aşağıda bölüşün öfkenizi. Noter diyen kimdi? Aha noter. Şu garşısı. Zirat dediydi biri, şordan düz yörü. PTT ile Ziraat yan yana...”

Kadınlardan biri doğal gaz borularını gösteriyor: “Aha buraya da doğalgaz geliyo. TOKİ geliyo. Değişcek gari!!!”

Yarım saattir adamın, muhatabının “başarılı oğlu”ndan haber almak için art arda sorduğu sorulara tahammül ettiğine bin pişman olmuşçasına adamı söylediğinden geri çevirmek için son bir hamlede bulunuyor, 60 yaşlarındaki kadın: “DEĞİŞMEMİŞ! Değişme mi? Değişti tabii. Kaymakamımız gadın gari...”

#İstanbul
#Hayat
#Toplu Taşıma
1 yıl önce
“Elin oğlu adam olmuş…”
Memurların emeklilikle ilgili merak ettikleri özel bilgiler
Bereket
Azınlığın zenginliği ile 1 Mayıs'ın yoksulluğu
Tadımlık hile
Öğrenci hareketleri: İsrail’e karşı ama düzene karşı mı?