|
Eşiğinden bayramın geçemediği o haneler...

İnsan nedir? Birkaç keder birkaç sevinç mi? Ağlayan ayva, gülen nar?

“Bir yanımız bahar bahçe/yaprak döker bir yanımız.” Böyle miydi Hasan Hüseyin Korkmazgil’in mısraları?

“Bu bayram başka bayram.” 2020 Ramazan-ı Şerif’inden bu yana “Bu bayram başka bayram. Hiç bu kadar yalnız, kimsesiz, neşesiz kalmamıştık” cümlesini kurar olduk.

“Allah bu acıyı unutturmasın, bugünümüzü aratmasın” duası dilimizdedir her daim. Ne ki, 2023 Ramazan Bayramı’na adını “asrın felaketi” koyduğumuz bir yıkımın ardından giriyoruz. Yani bazılarımız. Çoğumuz o yıkımı bile unuttu. Felaket turizmine poz verenler çoktan başka mecralara aktı.

Oysa acı “orada” öylece duruyor. Canından can kaybedenler yandı, dondu, ıslandı... Ama en çok bütün sevdiklerini kaybetmenin açtığı boşluk içinde tesellisiz kalmaktan korktular. Kendilerine uzatılan mikrofona, “Bir isteğiniz var mı?” diye sorulan sorulara “Bizi unutmayın” cevabını verdiler.

Acı bile bir tecrübe eşliğinde karşılanıyor. “Kimselerin başına gelmemiş bu felaket ile” başa çıkmanın yolu, yöntemi yok. Sosyal medyada yalnızlığına arka çıkacak bir dost arıyor bazıları. Sesini duyurarak, içindeki acıyı kelimelerin gövdesinde dışarı çıkarmaya çalışıyor.

“Biriktirdiğim her şeyi kaybettim” diyor Hatay’da göçük altından çıkmış bir doktor. Malımı mülkümü, kitaplarımı, nişanlımı, akrabalarımı.

Evine dair cep telefonundaki son görüntüyü paylaşıyor bazıları: “5 Şubat’ta çekmiştim. Banyonun aynasından yansıyan görüntüsü hoşuma gitmişti odamın.”

Hoşa giden odada bir çalışma masası ve kitaplık var. O çalışma masasında ve o kitapların sayfaları arasında kim bilir ne çok hayal saklandı.

O gece, 5 Şubat’ı 6 Şubat’a bağlayan gece... Anneler son hazırlıklarını yaptılar. Çocuklarının kıyafetlerini ütülediler. Beslenme çantasına ne koyacağını düşündü bazısı. Orta gelirli aileler planlama yaptı, ekonomik sıkıntı içinde olanlar beslenme çantasını açarken çocuğunun yaşayacağı mahcubiyeti düşündü.

Bazılarının kapısı ev sahipleri tarafından yumruklandı. “Şu kış gününde seni kapının önüne koymamı istemiyorsan ya kirayı arttırsın ya da başının çaresine bakarsın!” diye hakaret etti kiracısına, nadan ev sahipleri. Ev sahibinin çirkin tehditleri zihninde yankılanırken girdi yatağa bazıları. Rutubet kokan duvarların birkaç saat sonra bütün ailesinin mezarı olacağını bilmeden.

“Sonra sabah oldu” diye devam edemedi gecenin son sahnesi. “Gün doğmadan neler doğar” diye devam edemedi. O gece sabaha kavuşamadı. Kahramanmaraş, Hatay, Adana, Osmaniye, Adıyaman, Gaziantep, Kilis, Malatya, Urfa, Diyarbakır...

6 Şubat sabahı başka sabahlara benzemeyen bir sabah olarak geçti takvimlere: “Asrın felaketi”.

Günler sonra enkazın altından çıkarılan Ahmet “Abla yarın benim okulum var” dedi. Sınava hazırlanan delikanlılar göçük altından çıkarılırken “Sınav kitaplarım kaldı” dedi. Onu çıkarmak için canla başla çalışmış, kendi canını hiçe saymış kurtarma ekipleri “Sana kitap feda olsun” diye bağırdı. O anın görüntüsüne tanık olan sosyal medya ahalisi en cömert yanıyla “Delikanlının kitapları benden” diye haykırdı. Sanal cömertlik sınırsız.

O an herkes empatinin en derin yerinde. Kendisi o halde olmadığı için biraz mutlu, ama biraz mutlu oluşundan da utanç duyduğu için bir şeyler yapmanın iklimine sığındı çoğu kimse. Bir parça iyilik, gölge olarak herkese yetti o an. Sonra ne oldu? 6 Şubat’tan bu yana ne oldu?

Vaatlerimiz, yöntemlerimiz, projelerimiz sürdürülebilir olmalı. Bu felaketin ardından sorumluluklarımızı, vazifelerimizi, vazife tanımlarını, liyakatsizleri konuşmalıydık. Konuşamadık. Her şey çok daha iyi olabilecek iken neden böyle oldu?

Bir can daha kurtarmak için ekipler seferberdi. Ekiplerin kendi canlarını tehlikeye atarak bir kişiyi daha hayata tutundurma gayretini haber yaptık tekar tekrar. İyilik, güzellik kalbe iyi geliyor, amenna. Umuda ihtiyacımız var, el-hak doğru. Ama gerçeklerle yüzleşmeden hangi umudun mayası tutar! Yüzlerce aileye mezar olacak siteleri inşa edenleri konuşamadık. Ölenleri tez zamanda unutup onları rakamların hanesinde toplu mezara gömdük. Neden öldüklerini çok dert etmeden. Hayatı, önce cümle içinde, sonra ekranlarda “normal”e döndürdük. 

 Deprem bölgesinde, yangın yerine güvercin olup kanadında su götürmeye niyet eden, hayatının baharını süren nice genç, kendini gassal olarak buldu. Günlerce, toprağın altından çıkanları kefenlenmiş olarak yeniden toprağa kavuşturmak için canla başla çalıştı.

Felaket turizmini, felaket turistlerini konuştuk da hayatın anlamını, değerini, insanı insan yapan bütünlüğü konuşamadık.

Akleden kalp ile değil, çocuksu bir tavır ile hemen şimdi tez elden sonuç istedik. Birkaç suçlu bulunca rahat ettik. Birkaç müteahhit. Bir iki belediye başkanı. Suçladığımız o müteahhitlerin, “o suçu” işlemesini önleyici tedbirleri, o tedbirleri inşa edip denetleyecek kurumları... Konuşmadık. Konuşamadık. Acelemiz vardı, eski hataları yeni hatalarla görünmez kılmak için...

Bir suçlu bulunca… E bize bir de kahraman lazım. Çocuksu zihniyet için denklem basit: İyi polis-kötü polis. Film tamam.

Çocuksu akıl dedim de... Çocuklardan özür dilerim. Saatler sonra göçük altından çıktığı halde dirayet, metanet, aklı selim ile hepimizi şaşkına çeviren o çocuklar. Mesela Hazal. Henüz beş yaşında. Günler sonra göçük altından çıkarıldı. Onu çıkaran abiler heyecanlı, çocuklar gibi şen her biri. Hazal etrafına bir bilge gibi bakıyor. “Su ister misin?” diye soran kurtarma ekibine “Hayır beni doktor daha muayene etmedi” diyor.

Beş yaşındaki Hazal’ın metanetinden, aklı seliminden uzak muhabirleri de hatırlayalım mı? Sahadan haber veren, emlakçı gözüyle çadır gezdiren o muhabirlerden bahsedelim mi?

200 metrekare daire dolaştıran emlakçı gibi, 25 metre kare çadırı gösteriyor kameralara ve “sevinin çocuklar” edasında el çırpıyor adeta: “A bakın burada da kiler var, bakın burada çay demleniyor, a bakın koli geldi.” 

Hemdert olmaktan uzak. Empatiden yoksun. Görevi, felakete tanıklık edip, tanıklığını dayanışmanın hizmetine sunmak. Oysa o pazarlamacı olarak görev icra ediyor, kime neyi pazarladığını bilmiyor lakin.

O muhabirler, hadi diyelim mesleki etik denen şeyden bihaber. Peki insan olmanın, acıda bütünleşmenin, yek-dil olmanın, hemdert olmanın yordamına da mı UZAK!

Kilometrelerce uzaktan, gönüllü olarak, can kurtarmaya gelen madenciler efendi bir şekilde işlerini yaparken; ekmeğini sözünden kazananların ulaşamayacağı hem-dil bir yordama sahip olabilirken, o madenciye ısrarla ve inatla “Yorgun görünüyorsunuz” diyen muhabir kadının adını hiç anmadan “Bizde böyle olur liyakatsizlerin endamı” deyip geçelim mi...

Çoğu zaman verilen cevaplara odaklanırız. Oysa aslolan sorudur. “Şimdi bunun ne yeri ne sırası” denilecek sorular, ahlakî eksikliği, fikrî yoksunluğu ortaya serer.

Ahlak nedir?

Cevabı Muhiyiddin İbn’ül Arabi (1165-1240)’den alalım:

“Ahlak, nefsin hâlidir; insan düşünmeksizin ve seçim yapmaksızın fiillerini bu hâl esasında yapar.” (Mekarimu’l Ahlak, s.32)

Bu bayram, eşiğinden bayramın geçmeyeceği yıkılmış haneleri hatırda tutarak, gönlü yıkıkların kalbine sevinç ekme, yasına arka çıkmanın bayramı.

Muhabirler soracak: “Bayramınız nasıl geçiyor?” Hepimiz farkındayız ki, onların ne hanelerinin ne de gönüllerinin eşiğinden bayram kolayına geçemeyecek.

Milyonlarca depremzedenin yalnızlığına merhem olmak, bir parça ferahlık için hepimiz “orada” olmalıyız. “Orada olmak” bazen dua ile, bazen uzaktan gönderilen ikram ile ve bilfiil orada olanların tanıklığının kıymetini bilmekle mümkün.

Allah bu acıyı unutturmasın, bayramlar bayram olsun. Âmin.

#Ramazan Bayramı
#Ahlak
#Deprem Bölgesi
#Asrın felaketi
#Fatma Barbarosoğlu
1 yıl önce
Eşiğinden bayramın geçemediği o haneler...
Neden Şimdi?
Tevhid risalesi yazan Milli Eğitim Bakanı
Bir Başka Mesele: Kadın ve erkeğin ince ayarları bozuldu
Omelas’ı bırakıp gitmeyenler..
Tek bir zamana/ tarihsizliğe hapsedilmeye başkaldıran adam: Kadir Mısıroğlu