|
Mekâna yabancı / herkesin depremi kendine ve kendinde

Tıka basa dolu salonda, iki kişilik boş yer, sekiz kişinin kahvaltı ettiği, kahvaltı artıklarıyla dolu tabakların henüz toplanmadığı masadaydı. Bulaşık tabakların üst üste yığıldığı masaya tedirgin bir şekilde oturdu iki kadın, 70’i devirmiş 80’e bir hayli yakın yaşlarda olmalıydılar.

Mekâna yabancı oldukları her hâllerinden belliydi. Niye gelmişlerdi? Sanki biraz önce cuma toplantısındaymışlar, büyük tövbeyi aşk ile tekrarlamışlar, Yasin-i Şerif’i ağlayarak takip etmişler, cuma toplantısını nihayetlendiren “Dağlar ile taşlar ile çağırayım Mevla’m seni” ilahisini şevk ile söylemişler, kapıdan çıkacakları sıra arkadaşlarından birisi “Ahretliğim hastalanmış, ziyaretine gelen var mı?” demiş de, bu iki hanım, ahretliğin adresini alıp gelmiş, bu geldikleri yerin ahretliğin evi olmadığını anca içeri girdikten sora anlamış da, “Du bakalım, burada nasıl bir dünya varmış hele bir boynumuzu uzatalım” demişler. Sanki...

Boyunlarını uzatıyorlardı sahiden. Kolları, sanki namaza durmuş gibi göğüslerinin üzerinde; kıtlıktan çıkmışçasına durmadan ağızlarına bir şeyler atan tombul kadınları, tombul kadınların karşısında asık bir suratla oturan adamları, sahnedeki piyanonun tuşlarına hevesle basan 3-4 yaşındaki çocukları, önlerindeki kâğıtlar, kitaplar arasında ders çalışmaya çabalayan öğrencileri, garsonların kelebekler gibi uçarak o masadan bu masaya reçeller, peynirler, patates kızartmaları, su börekleri, kahve ve çay taşıyışlarını, çözmeleri gereken bir cebir problemi gibi takip ediyorlardı.

Yan yana oturup... Oturmak ne, omuz omuza saf tutup, hiç konuşmadan, ortadaki hareketliliğin bir saniyesini kaçırırlarsa “oynatılan filmi” anlamaları imkânsızlaşacakmış gibi korkuyla bakıyorlardı etraflarına.

İnsanlar bu saatte niye kahvaltı ediyordu? Madem bu kadar geç kalmışlardı/kalkmışlardı, niye kahvaltılarını evlerinde etmemişlerdi ki? Ev dışında kahvaltı etmeyi ancak sabahın erken saatlerine, bir gurbetin mekânına yakıştırıyordu her ikisi de. Allah muhafaza hastanede refakatçi olarak uzun bir geceden sonra kavuşulmuş bir sabaha; bir tas çorba, bir kuru tost ile selam verilirdi elbet, günün doğumuna bizi şahit tutan Rabbimize hamdolsun diye.

Ama şimdi burada saat öğlen 12 olmuş, bu neyin kahvaltısıydı! İnsanlar bir davete mi gelmişlerdi... Artık düğünler, mevlitler değişmişti. Yoksa yanlışlıkla başkasının düğününe mi avdet etmişlerdi?

Yeşil başörtüsünü boynunun altına iki düğüm olarak bağlamış olan, siyah krep başörtülüye hiç dönmeden ortalığa söyler gibi “Bizim çocuklar da bazı sabahlar Eyüp Sultan’a sabah namazına gidiyorlar” dedi. Siyah krep başörtülü “Bunlar sabah namazından gelenler olamaz” dedi. “Sabah namazına gidenler, oralarda kahvaltısını ediyor. Mihrimah Sultan’a öğlen namazı için erkenden gelmiş değiller herhalde.”

Yeşil başörtülü, başörtüsünün düğümlerini yeniden düzenledi.

Siyah krep başörtülü saatine baktı, hiçbir şey söylemeden. O hiçbir şey söylemedi, ama cümlesini söylemiş olan tashih etme ihtiyacı duydu. “Sabah namazından bu vakte kadar... Sen de haklısın” dedi.

Hiçbir şey söylemediği halde kendisine hak veren arkadaşına hiç cevap vermedi siyah başörtülü. O sıra yarısı tabaklarda duran nimetlerin üzerine atılmış kâğıt peçelerle nimetin çöpe dönüştürülmüş olmasından tedirgin “Nimete şükretmesini niye öğrenemiyoruz/öğretemiyoruz, Allah’ım bizi yakma” dedi.

Elli yaşlarında mavi elbiseli bir kadın, elbisesi, başörtüsü ve ayakkabısını aynı ton ile buluşturmuş kadın, kitapların önünde yan bir şekilde durarak poz verdi.

Kadının kıyafetini tören kıyafeti olarak algılamış olan yeşil başörtülü, sanki aklı başörtüsünün hassas düğümleri ile çalışıyormuş gibi sağ elini düğümlerin üzerinde tutarak “Kayınvalide herhalde” dedi. “Kimin?” dedi siyah başörtülü “Kitapların mı kayınvalidesi?”

“Sen de haklısın” dedi tekrar.

Siyah başörtülü, arkadaşının ikide bir kendisine sen de haklısın demesinden şikâyetçi, “Hak değirmen damında olur ahretlik” dedi.

Tam o sıra deprem oldu. Garsonlardan birinin ayağı takıldı, elinde tepsi ile yere düştü. Sahnedeki çocuklar, depreme pabuç bırakmaya hiç niyetlerinin olmadığını ispat etmek istercesine daha bir kuvvetli bastılar piyanonun tuşlarına.

Bir kaç saniye. Sadece bir kaç saniye.

Garson yerden kalktı. Kalkar kalkmaz derhal cep telefonuna baktı.

Kendini ikna edercesine ekranda gördüğü haberi yorumladı: “Çok da şey değilmiş, 5,3 imiş sadece. Deprem yüzeye yakın olunca...”

Her şey kaldığı yerden devam etti. Telefonlar çıkarıldı, mesajlar yazıldı, yarım kalan pozlar tamamlandı. İki kadın, etraflarına uzaylı şaşkınlığı ile bakmaya devam etti.

Tebrik: Yine yeni yeniden mübarek üç ayların iklimine vasıl olduk. Allah cümlemizi, zamanın ve mekânın derinliğini, genişliğini, ferahlığını ve dahi sonlu olduğunu idrak edip Ahiret bilincine kemal ile kavuşanlardaneylesin. Âmin.

#Yasin-i Şerif
#mekan
#Eyüp Sultan
2 yıl önce
Mekâna yabancı / herkesin depremi kendine ve kendinde
Milli Eğitim, Sakallı Celal ve Mahir İz
“Görüntülere kazak ören aldatılmış büyükanneler” Türkiye’si...
Meselemiz “hesapsızlık”
Amerikan sponsorluğunda İsrail-Suudi normalleşmesi
Faz-2: Washington’un bölme operasyonuna Ankara yanıtı