|
Trenden vaktinde atlayamayanlar için “İş iştir” (2)

Son yıllarda en ziyade sözlü kültürden yazılı kültüre devam eden tecrübeyi dijital kültür üzerinden nasıl devam ettirebileceğimiz üzerine düşüncemi yoruyorum. Bu, her birimizin boynuna borç olan bir yükümlülük esasında. Çünkü bizim kuşağımız hem tarım toplumunu hem modern şehir kültürünü idrak eden ve bu idrakine dijital kültürü ilave eden ilk ve son kuşak.



“İlk ve son kuşak” olmanın yükü altında değişende değişmeyeni, sürekliliği, hikayeler/öyküler üzerinden yakalamaya gayret ediyorum. Çünkü hayatı, hikayeler üzerinden anlamlandırmak bize sözlü kültürden kalan en önemli miras.

Çarşamba günü size Heinrich Böll’ün “İş iştir” öyküsünden bahsedeceğimi vaat etmiştim...

Öykü, savaş sonrası evine dönen askerin hayattan kopuşunu anlatıyor. Daha doğrusu hayattan koparılışını.

Anlatıcı “Karaborsacım artık dürüst bir hayat sürüyor” diye başlıyor. Onu, yani “karaborsacısını” farklı bir mahallede trafiğin yoğun olduğu bir dört yol ağzında bir büfede görür anlatıcı. Eski bir arkadaşı görmüşçesine mutlu olur. Eski bir arkadaşı...

“Önce sevindim; insan birinin tekrar gündelik hayatın düzeni içinde yerini bulduğunu görünce seviniyor. Çünkü o zamanlar, onu tanıdığım sıralarda durumu kötüydü ve kederliydik. Eski asker kasetlerimiz başımızdaydı, param olduğu zamanlar ona gidiyordum ve bazen konuşuyorduk, açlıktan, savaştan söz ediyorduk, param olmadığında ara sıra bana sigara veriyordu; sonra ben ona ekmek kuponlarını götürüyordum, çünkü o zamanlar bir fırıncı için taş kırıyordum.”

“Zor günlerin dostu” yürüyüp gitmiştir. İşleri yoluna girmiştir. Fakirleri görüp gözetecek gözü kalmamıştır. Bütün uzuvları paranındır artık, paraya aittir. Yoksulken yoksulları gözeten adam, varsıl olunca parası eksik çıktığı için küçük kızlara kızacak kadar paranın kölesidir, paraya sahip ol(a)mamıştır, para ona sahip olmuştur artık. Eksi karaborsacı günlerinde yoksullarla dayanışma içindeki “satıcı” gitmiş, “yasal ticaret” yapan, kılı kırk yaran titizliği ile yoksulları etrafında görmek istemeyen kibirli bir adam gelmiştir.

Eski karaborsacı kendisine Ernst diye hitap eden eski dostunu görmezlikten gelir. Sen diye hitap etmesini anlamsız bulur.

Erns yürümüştür hikayenin anlatıcısı eski asker, durduğu yerde durmuştur. Durduğu yerde durduğu için yükü artmıştır. Çünkü o tramvaydan inmesi gereken durakta inememiştir.

Öyküyü okurken 1970’li yıllardan Orhan Gencebay’ın sesinden bir arabesk şarkı eşlik ediyor satırlara: “Durdurun dünyayı inecek var.”

Anlatıcı ve onun gibi hayatın dışına düşenler “tramvaydan ne zaman ineceklerini hiç bilememişlerdir.

“...Tramvayda yola devam ederek bir yerlerde inmeyi göze alabilecek kadar tanıdık bir durak gelir mi diye bekledik. O durak gelmedi. Bazıları yola biraz daha devam ettiler, ama sonra bir yerlerde atlayıp gidecekleri yere gelmiş gibi yaptılar. Ama biz gittik de gittik; bilet parası otomatikman yükseldi, ayrıca büyük ve ağır bir bagaj için –kendimizle birlikte sürüklediğimiz hiçliğin kurşun gibi kütlesi- de para ödememiz gerekiyordu ve bilet kontrolüne gelen bir yığın memura omuz silkerek boş ceplerimizi gösterdik. Bizi aşağıya atacak halleri yoktu ya, tramvay çok hızlı gidiyordu-“hem sonuçta insandık”- ama kaydedildik de kaydedildik, durmadan not düşüldük ve tramvay giderek hızlandı; kaşarlanmış olanlar yine de bir fırsatını bulup bir yerlerde atladılar; biz gittikçe azaldık ve inmek için cesaretimiz ve isteğimiz giderek azaldı. Gizliden gizliye son durağa gelir gelmez bagajımızı tramvayda bırakıp kayıp eşya bürosunun açık arttırmasına terk etmeye karar vermiştik, ama son durak bir türlü gelmedi, yolculuk bedeli giderek yükseldi, hız arttı, kontrolörler daha kuşkucu oldu; biz son derece güvenilmez bir güruhtuk.”

Oysa hayat her daim tramvaya nerede bineceğini ve nerede ineceğini “bilenlere” güzeldir:

“Eve döndüğümüzde de tam oturdukları yerde yavaşlayan bir tramvaydan inercesine savaştan sıyrılıverdiler, bilet parasını ödemeden gittiler. Küçük bir virajı alıp eve döndüler ve ne gördüler: Büfe hala yerindeydi, kütüphane biraz tozlanmıştı sadece, karıları kilerlere patates istiflemişti, hatta konservesini de: Karılarını âdet yerini bulsun diye şöyle bir kucakladılar ve ertesi sabah gidip sordular: İşim hala duruyor mu: Halâ duruyor. Her şey mükemmeldi, sigortaları devam ediyordu, Naziliği üstlerinden biraz temizlediler- berbere gidip uzamış sakalı tıraş ettirir gibi-aldıkları yaraları, nişanları, kahramanlıkları anlattılar ve sonuçta muhteşem herifler olduklarına inandılar. Sadece görevlerini yapmışlardı sonuçta.”

Anlatıcı, yazarın tecrübesinden ziyadesiyle istifade ediyor. Heinrich Böll 1917 doğumlu. İkinci Dünya Savaşı’na katıldı, esir düştü. 1945’e kadar özgürlüğüne kavuşamadı. Savaştan sonra ağabeyinin marangozhanesinde çırak olarak çalıştı. Dolayısıyla “iş iştir” öyküsünü okurken bir dönemin yakın plan tanığı oluyoruz. Hayatın içinden yakalanmış her sahne dün ile günü, gün ile yarını birbirine bağlayan en sağlam harçtır. Edebi metinleri “klasik” leştiren de bir bakıma bu harcın sağlamlığı, zamana karşı gösterdiği dirençtir.

İyi bir öykü asla tek boyutlu değildir. Farklı zamanlarda farklı karanlıklara ışık tutmaya devam eder. Her ne kadar “İş İştir” öyküsü 2.Dünya Savaşı’nın “ertesi günü” nü anlatıyorsa da dünyada savaşlar bitmediğine ve işin anlamı değişmeye devam ettiğine göre öyküyü günümüz prekaryası üzerinden yorumlamak mümkün diye düşünüyorum.

Öyküdeki o cümle, “kaydedildik ve kaybedildik”, üzerine onlarca deneme yazılacak bir sızı olarak sizi tam kalbinizden vurmadı mı?

Vurmadıysa vaktinizi aldım, özür dilerim.

#Heinrich Böll
#İş iştir
#Öykü
#2.Dünya Savaşı
5 yıl önce
Trenden vaktinde atlayamayanlar için “İş iştir” (2)
“Almanlar et başında”
Varsıllar vergi ödemesin!
Amerikan Evanjelizminin Trump’la imtihanı
Genişletilmiş teröristan projesi böyle çöktü
İsrail’le ticaret ve Deutsche Welle