|
Ağlama duvarı

Her şeyin başladığı ve her şeyin bittiği o yerdeyim. Yahut hiçbir şeyin başlamadığı ya da hiçbir şeyin bitmediği o yerde. Yahut her şeyin başladığı ama hiçbir şeyin bitmediği o yerde. Yahut hiçbir şeyin başlamadığı ama her şeyin bittiği.

Şöyle dediğini hayal ediyorum: “Ağlama duvarı değilim ben.”

Hayal mi ediyorum yahut bu cümleyi doğrudan, tam yüzüme bakarak söyledi mi? Hatırlamıyorum. Zaten mesele o değil.

Mesele nedir o zaman? Mesele her zaman, değişmez şekilde aşk ve onun haletleridir. Yollanmamış mektuplar, yere bırakılmamış mendiller yahut saçının örüğünden bir tutamın onda değil sende kalması… Gönderilmemiş whatsapp mesajları, paylaşılamamış şarkılar yahut gidilmemiş yollardır mesele.

Furuğ’un “bir an ve sonrasında hiç” dediği gibi değil. O kendi eşsiz hayatının eşsiz şiirini yazma cesaretini bulmuştu kendinde. Ben bulamadım. Şartlar öyle gerektirince sonradan yerleşilen acıların çocuğuyum ben. Gidilmemiş şehirlerin, dinlenmemiş şarkıların, yorulmamış ayakların derdiyle kırçıllaşıyor sakallarım. Ama mesele zaten o değil.

İnsanlar, insanların gerçek olduklarını ve gerçekten acı çektiklerini görmezden gelerek yaşamanın, kendi bencilliklerinden yapılmış bir havuzu okyanus zannetmenin açmazıyla yaşayıp giderlerken “iki dakika durmak” düşüyor bana her seferinde. İki dakika durup soluklanmak ve o kara gözlü zalimi anlamaya çalışmakla geçiyor hayatım.

Kimse kimsenin ağlama duvarı değil elbette. Çünkü kimsenin yarası ilgilendirmez kimseyi. Hem zaten yaralarımızı hiç kimseye göstermemeyi öğrettiler bize. Zayıf, güçsüz, zavallı sanılmayalım diye harcıyoruz hayatımızı tam da bu yüzden. Oysa zayıf, güçsüz ve zavallıyız. Boğazımıza boncuk kaçsa ölürüz biz, gözümüze toz kaçsa ağlarız, kokladığımız çiçekler hapşırtır bizi.

Kendi yaramızla, tedavisiz, emsiz, çaresiz ölüp gidiyor, yitip bitiyoruz.

Sonuçları sonuçlara ekleyerek, “başarılı bir ilişkinin yirmi iki yolu” listelerine uygun yaşamaya çabalayarak ve en çok da ağlamaya çalıştığımız anlarda “ağlama duvarı değilim ben” duvarına çarparak ölüyoruz.

Şairin “ölüyoruz, demek ki yaşanılacak” dediği yer gibi de değil üstelik. “Yaşıyorum, demek ki ölünmeyecek” gibi bir şey.

Belki günün birinde tamamını anlatırım dediğim hikâyenin küçük, anlaşılmaz parçaları mı bunlar? Evet ama hepsi bu değil. Hepsini anlatamam size.

O tepeye gitmiştim ben. Mahallemizde “oraya gitme” dedikleri tek yer orası olduğu için gitmiştim elbette. Ateş yakıp köze patates gömmüştük. Ateşin çıtırtılarından mı yoksa başka bir şeyden mi bilmem, “bir daha asla hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” cümlesini hissettiğim ilk yerdi orası. Bir daha hiçbir şey de eskisi gibi olmadı zaten.

Bunu Bosna’da bir ara sokakta, kör bir kaplanla yaşı geçmiş bir korsan yan masada hayatın tam ortasından laflarlarken fark etmiştim. Takside üzerime bir sıcaklık düşmüştü. Bütün yolları ve bütün düşüşleri ezberine almış bir şair olarak, bendim.

Şöyle dediğini hayal ettim: “Ağlama duvarı değilim ben.”

Bir şeyin bittiğini anladığınız o ana gelmemek için direnmektir bazen yaşamanın ta kendisi.

Umurunuzda değildir ama umurunuzda olmadığı için umursadığınız tek şey de odur belki. Yeteri kadar karışmadıysa aklınız, şunu deneyin: “Herkesin bir şey olmaya çalıştığı şu dünyada sen iyisi mi hiç ol. Böylelikle cesedin yakışıklı olmasa bile hikayen kayda değer olabilir.”

Doğrudur. Uzunca bir süredir ağlayamıyorum. Sadri Alışık filmlerine bile.

#Ağlama Duvarı
#İsmail Kılıçarslan
#Ağlamak
1 yıl önce
Ağlama duvarı
Dövizde çözülme hızlandı: Bir haftada 15 milyar USD
“Evine dönemezsin...”
Antisemitizm, 7 Ekim ve Biden’ın Vietnam’ı
Yangından mal kaçırma: Terör örgütü ABD’den tanınma istiyor!
Unutma sakın!