|
Çakır Ağa’nın koyup gittiği dünya

Çakır derlerdi namına. Gözlerinin masmaviliğinden mülhem. Ağalığı doğuştan değil, sonradan kazanılmıştı. Üstelik parayla, zenginlikle ilgili değildi.

Sert bir dünyanın sert bir adamıydı rahmetli. Doğru bildiği doğruları da, yanlış bildiği doğruları da aynı sertlikte, aynı şiddetle yaşadı ve uyguladı hayatına.

Aslına bakılırsa çocukluğunu yahut ergenliğini İkinci Dünya Savaşı’nın o tuhaf ve gergin atmosferinde geçiren adamlara mahsus bir sertlikti o. Her şeyin en zoru gelecek diye düşünmekten başkaca bir şey gelmezdi ellerinden. “Savaşa şimdi girdik, yarın girdik, ertesi gün kesin girdik” diyerek geçirilen 5 yılın

bütün kokusu sinmişti hayatına bana sorarsanız.

Kur’an okumayı kah köye yakın mağaralarda, kah kullanılmayan samanlıklarda öğrenmişti köyün diğer çocuklarıyla birlikte. Devletin mantığını yitirdiği yılları, Türkiye’nin ekserisi gibi, saklanıp gizlenerek atlatmıştı. Ezanın Türkçe okunduğunu hatırlıyordu. Aklı bu işlere

eren köy büyüklerinin İsmet Paşa hakkında “zor ölür

bu sağır herif” diyerek ilendiğini hatırlıyordu. Menderes’in seçildiği ve idam edildiği günü hatırlıyordu.

Çalışkandı. Sonuna yetişmiştim ben o çalışkanlığının. Fakat hem kendisinin hem babamın anlattıklarını biliyorum. Köyde üç akraba ortak aldıkları traktörü, açtığı bakkalı falan defalarca dinlemişliğim vardır.

Köyden göçü devşirip Ankara’nın İskitler semtine kiraya girdikten sonra ilkin Rüzgarlı Caddesi’nde bir büfe açmış rahmetli. Gece 4’ten akşam 8’e kendi dururmuş büfede. Ardından büfeyi Etlik Garajlarına taşımış. Aynı düzen devam etmiş.

Bir yandan evini yapmış Yenimahalle’ye,

bir yandan mahalle camisinin yapımı için baş tutmuş. Sırası gelmiş çocukları evermiş, sırası gelmiş

hacca gitmiş.

Geçtiğimiz pazartesi toprağa verdiğimiz dedemin ardından onun kim olduğunu yazmaya çabaladığım şu anda, şunu sordum kendime: Kimdi o adamlar? Çakır Ağalar yani. Zor bir Türkiye’nin hayatları çok ama çok zor geçmiş bu adamları kimdi? Devletin olabildiğince uzağında, hatta ondan korkarak, sakınarak, gizlenerek yaşamayı seçmiş bu adamların hikâyesini anlatmanın önemi neydi?

Açık konuşmak gerekirse bu adamları ve bu hikâyeleri anlamadan bugünün Türkiye’sini anlamak, anlamlandırmak, hele taraflar arası politik kavganın gen haritasını çıkarmak imkânsız.

Bugün Türkiye’de politik mücadele “yok sayılmışlar, ihmal edilmişler, uzakta tutulmuşlar” ile “tüm anahtarlar kendilerine altın tepside sunulmuşlar” arasında geçiyor ve sertleştikçe sertleşiyor.

Ben mi? Ben Çakır Ağa’nın torunuyum. Acemice yapılmış mahalle camilerinin, birkaç günde toprağa kondurulmuş evlerin, Kur’an öğrenmek için saklanılan mağaraların mirasçısıyım. O yüzden bırakmıyorum işin peşini. O yüzden sağlam basmaya çabalıyorum ayaklarımı.

Başkaca bir hikayem yok çünkü. Rahmetli dedemden tevarüs ettiğim hikayeyi sürdürmenin derdindeyim.


Yeditepe Bienali biterken

Biliyorsunuzdur. 2. Yeditepe Bienali 7 Mart günü bitiyor. Cumhurbaşkanlığı himayesinde hayata geçen bienalin ana destekçileri Fatih Belediyesi ve Klasik İslam Sanatları Vakfı.

Açık konuşmak gerekirse bienalin ilki benim açımdan hatırı sayılır bir hayal kırıklığı idi. Fazlaca aceleye gelmiş, pek özenilmemiş, toplama bir tarafı vardı.

Dört ayrı mekanda hayata geçen bu ikinci bienal için doğru tanım “çok daha olgun” olacak sanırım. En azından derli toplu bir fikri var bienalin bu sefer.

“O derli toplu fikri sevdin mi peki?” derseniz bana, açık konuşacağım: Sevmedim. “Çerçeve içi çerçeve dışı” teması bana sevimli gelmedi. Satır satır okuduğum küratör yaklaşımının hedefinin ne olduğu konusunda da bir fikir sahibi olamadım.

Derdimi şöyle izah edeyim. Hat, tezhip, ebru, minyatür gibi sanatları “geleneksel sanat” tanımına hapsettikten sonra bu sanatların imkânları ve bugünü üzerine düşünmenin pek olası olduğunu düşünmüyorum. Bu sanatlara “modern sanatın içinde bir alt dal” yaklaşımı geliştiren her fikre mesafeliyim. Anda icra edilen her sanatın “çağdaş sanat” olduğunu düşünüyorum zira. Anda icra edilen sanatları “bu moderndir, bu da gelenekseldir” diye sınıflandırmaya başladığınız saniyeden itibaren tam da kültür endüstrisinin istediği şeyi yapıp “makbul üst kümeler” ile “idare edilebilir alt kümeler” oluşturuyorsunuz bana kalırsa.

Tabii ki bu işin “esastan itiraz” ettiğim tarafı. Bilhassa bienalin danışmanı Zeynep Gemuhluoğlu Hanımefendi ile konuşmak, tartışmak isterim bu meseleyi. Bir vesile rastlaşırız inşallah.

Esastan itiraz ediyorum diye bienalin çok güzel işler barındırdığını ve fevkalade profesyonel şekilde hayata geçirildiğini ıskaladım sanılmasın. Çok ama çok güzel bir bienal olmuş.

Toplamda sergilenen 282 eserden söz ediyoruz ki bunca eserin sergilenmesi bile başlı başına bir sanat olayı. Şahane mekânlarda şahane işler var. “Şahane işler” demem lafın gelişi değil. Olağanüstü güzellikte, şeker gibi işlerle dolu bienal.

Bienalin ana sponsoru Fatih Belediyesi özel bir teşekkürü fazlasıyla hak ediyor. Mekânların hazırlığı, duyuru titizliği ve profesyonel yaklaşımları ile yüz akı bir performans göstermişler.

Bir teşekkür de bienalin medya sponsoru olan grubumuza gelsin. Gelenekli sanatlarımızı her zaman destekleyen Albayrak Medya Grubu, bienalin de sponsorlarından biri. Her ne kadar bana taahhüt ettiği levhayı henüz vermemiş olsa da özellikle yönetim kurulu üyemiz Mesut Albayrak’ın Türk İslam Sanatları alanının desteklenmesiyle ilgili olarak aldığı sorumluluğun çok ama çok önemli olduğunu düşündüğümü ifade etmek isterim.

Ezcümle derim ki Allah bu girişimlerin, bu güzel işlerin sayısını artırsın. Zira “yarına kalacak” olan bunlardır, başkası değil.


#2. Yeditepe Bienali
#Çakır Ağa
#Fatih Belediyesi
il y a 2 ans
Çakır Ağa’nın koyup gittiği dünya
Neden Şimdi?
Tevhid risalesi yazan Milli Eğitim Bakanı
Bir Başka Mesele: Kadın ve erkeğin ince ayarları bozuldu
Omelas’ı bırakıp gitmeyenler..
Tek bir zamana/ tarihsizliğe hapsedilmeye başkaldıran adam: Kadir Mısıroğlu