|
Çay içerken

“Şurada oturalım mı?” dedik birbirimize. Şehirde, o kabus gibi geçen otuz günün sonunda bazı tezgahlar işlemeye, bazı dumanlar tütmeye başlamıştı.

Havalimanından sonra Duran abi “belki Hacı Fidan açıktır” diyerek bizi o meşhur paçacıya götürdü. Açıktı. Paçaları içince şehrin normalleşebileceğine, yeniden o eski, güzel haline dönebileceğine dair bir umut yeşerdi içimizde. Paçadan sonra her normal Türk gibi “çay var mı?” diye sorduk. Hem kasada durup hem servis yapan delikanlı “çay yok abi, tek başıma çalışıyorum. Demlemeye fırsatım olmadı” dedi.

“Şurada oturalım mı?” sorusu, işte bu yüzden, çay ihtiyacımız yüzünden çıktı ortaya.

Şehirde bildiğimiz, alışkanlık üzere oturduğumuz hemen her yer kapalıydı. Biz de açık olduğunu gördüğümüz o mekana, Tombak Ahmet amcanın 4 katlı nefis antika deposunun yanındaki kafeye çöktük.

Mekanın asma kat dışında bir çıkmasının olmaması, hele bizim oturduğumuz yerde, üzerimizdeki açılır kapanır çatı dışında bir meselesinin olmuyor oluşu güven verdi.

İnsanı tanırsınız ya. Aradığı ilk şey güvendir ve bulduğunda hemen unutur aradığı ilk şeyin güven olduğunu.

Çaylar geldi. Çaylar çaylara eklendi. Sohbet derinleşti. Arkamızdaki masada tek başına kahvaltı yapan, mekanın sahibiyle tatlı bir Trabzon ağzıyla sohbet eden abiye laf atasım geldi. Trabzonluydu gerçekten ve masamıza dördüncü olması sadece 45 saniye sürdü.

Adı bende kalsın. EYT hakkını kullanarak emekliliğini istemeye hazırlanan, FETÖ’nün “kullanılamaz” diyerek sınıflandırdığı, 15 Temmuz öncesi hayatını kabusa çevirmeye çabaladıkları bir polis. Depremi haber alır almaz gönüllü olarak bölgeye gelmiş ve tam 30 gündür ilk kez sokak, çadır ya da yurt binası önü dışında bir yerde kahvaltı etmeye karar vermiş. Yolumuz da öylece kesişmiş anlayacağınız.

O anlattı, biz dinledik. Gazeteci olduğumu öğrenince bazı şeyleri anlatmamaya karar verdi “gerek yok abi” diyerek.

İlk günün akşam saatlerinde inmiş Maraş’a. Trabzonlu olduğu için ilk iş adını duyduğu Trabzon Caddesi’ne inmiş. Bakmış ki cadde yerinde yok, eğitimini aldığı işi yapmaya girişmiş. Aralıksız 10 gün arama kurtarma faaliyeti yürütüp yüzlerce insanı ölü ya da diri halde enkazın altından çıkarmış arkadaşlarıyla. Bulursa çadırda, bulamazsa kaldırımda yatmış. Uyanmış, tekrar sarılmış kazmaya küreğe bir umutla.

“Köpekler ha böyle yukardan koklayi ama enkaza girmeyi; bizim maymun eğitmemiz lazım gelir ha bu işlere. Maymun her yere girer” derkenki ciddiyetini size anlatamam. Ekiplerindeki kısa boylu bir arkadaşının her deliğe girip insan aramasından ilham almış bu fikir için.

Her fikri bu kadar fantastik değildi tabii. “Madencilere el atmak lazım” dedi mesela. “Adamlar kara kazmayla, ince mintanla gelip domuz damı yapa yapa dünyayı kurtardılar” diye de ekledi. Burada köklü öneri Duran abiden geldi: “Madencilere arama-kurtarma eğitimi karşılığı yılda bir ya da iki maaş ikramiye verilseydi, bir de bu arkadaşlarımızın hazırda beklettikleri arama kurtarma malzemeleri olsaydı inanıyorum ki deprem bölgesinin hikayesi değişirdi.”

Doğru söze ne denir?

Çaylar çaylara eklenirken şunu düşündüm o polis hakkında. Evini basmaya kalkmış FETÖ. Meslekten ihraç etmeye çalışmış. İftiranın her türlüsünü de görmüş, pusunun her çeşidini de. Hani öyle bir nokta gelmiş ki bazı geceler yattığı odanın kapısının arkasına kanepe koyup silahı dolu vaziyette uyumuş. Tabii ona uyumak denirse. “Ha bugün ha yarın” diyerek hayatı zindan olmuş.

Ama ne vatana ne millete bir gram öfkelenmemiş. 15 Temmuz gecesi MP5’i alıp, yaşadığı şehre girmeye çabalayan FETÖ’cü teröristlere sıkarken de, depremin olduğunu haber alıp yıldırım gibi yola düşerken de aklında vatanına, milletine bağlılıktan ve hizmetten başka hiçbir şey gelmemiş. STK’ların dağıttığı suları içmemiş bir süre “belki bir depremzedenin hakkına giriyorumdur” diye düşünerek.

“Bizi biz yapan o kimya” diyorum anlayacağınız. Elimizde kalan son umut o kimyadır. Her şart ve durumda, her kederde ve sevinçte, her bereket ve daralmada vatanın, milletin, adı Türkiye olan o büyük umudun yanında durabilmekten oluşur o kimya. Dünyanın en basit, dünyanın en zor kimyasıdır.

Sıcak bir duşu ancak depremin on yedinci gününde alabilen, güzel bir kahvaltıyı ancak otuzuncu gün yapabilen o polis, bütün sosyal medyadan, bütün masa başı kahramanlıklardan, bütün politik tantanadan daha sahici geliyor bana. Çünkü “ne yapabilirim?” sorusuna verebileceği dürüst bir cevap bulmuş kendine. Değil o polisin kalbi, içtiği bir duble rakının yanında gelen kavunun kabuğundaki leke olamayacak adamların memleket hakkında ahkam kesmesi ne kadar yaralayıcı biliyorsunuz değil mi?

“Rakı benzetmesi de nereden çıktı?” diye soranlara da söylemiş olayım. Hafız bir babanın yarım hafız oğlu olan abimiz, iki şey yaparmış adet olarak. Hem senede bir mutlaka hatim indirir, hem ayda bir mutlaka yıkılana kadar içermiş.

#Çay
#FETÖ
#İsmail Kılıçarslan
1 yıl önce
Çay içerken
Bu başarı hepimizin
Bin Kayrevan’dan bir Kayrevan’a
Herkeste bir ‘ben’ var, bir de ‘gerçeklik’…
Yatırım grevi
Gölge oyunu...