|
Deprem günlükleri-3: İyiliğin binasını sorarsan

Usul usuldur ve usulüncedir. Türkiye’de dipten, derinden, ağır ağır akan bir ırmak gibidir. Her zaman görevini yapar, her zaman yolunu bulur, tüm çatrakları aşıp geçme gücü olan bir ırmaktır çünkü.

Bazen pelerin giyer. Kafasında bir bareti, baretinde bir ışığı, sırtında bir yeleği, elinde bir kazması vardır. Elini, bir umuda uzatır gibi üç aylık bir bebeğe, altı yaşındaki bir evlada, yirmi yaşında bir genç kıza, kırk yaşında bir babaya, yetmiş yaşında bir nineye uzatır. Uzattığı ele bir el deyince dünyadaki vazifesini tamam ettiğini hisseder ta yüreğinde. Taşta yatar ama taş olmaz hiçbir vakit kalbi. “Dün gece yer hanesinde yastığım bir taş idi / Altım çamur üstüm yağmur yine gönlüm hoş idi” ne demek, iyice bilir çünkü.

Bazen yola düşer. Kendi dişinden, kendi tırnağından, kendi yoksulluğundan artırdığı ne varsa bir koliye, bir bagaja, bir minibüse, bir tıra doldurur. “Dar günde sade kendini düşünene namert denir” ne demek, iyice bilir çünkü. Verirsek karşılık beklemeden verir. Memleketini sevdiği gibi sever yüzünü hiç görmediği zor zamandaki kardeşini. Nefes alıp vermeyi sevdiği gibi sever insanı. Öyle nedensiz, öyle kendiliğinden…

Bazen bir kumbaraya sığar, bazen bir eskice keseye. O çok beğendiği oyuncağı almak için biriktirdiği bozukluları masaya saçıp “Bunları kardeşlerime gönderin” deyiverir yüzünde iyiliğin saf haliyle. Süt sağarak, kuzu büyüterek, madımak toplayarak o eskice keseye doldurduğu buruşmuş paraları uzatıp “Allah ömür verirse ben umre için yine toplarım, siz bunları oraya yollayın” deyiverir.

İyiliğin binasını mı sorarsın efendi? O nezaketten, vefadan, diğerini düşünebilme kabiliyetinden, fedadan, vazgeçişten ve ileriye atılıştan yapılmadır.

Şurada bir delikanlı vardır. On gündür yıkanmadan ve sıcak bir yatakta uyumadan insanlara çadır, aş, ceket dağıtmaktadır. İyi odur.

“İsmail abi” diye başlıyor not, “Dedem 15 Ocak günü 84 yaşında vefat etti. Bunlar dedemin yüzüğü, saati ve tespihi. Bunları mezatta satar da ihtiyaç sahiplerine ulaştırırsanız…” İyilik budur.

Bir gülümseme anıdır iyilik. İnsanlığın topyekûn yıldızının parladığı anlardır iyilik anları. İnsanlık düşmeyecekse iyilikle düşmeyecek, düştüğü yerden kalkacaksa iyilikle kalkacaktır ayağa.

Usul usul ve usulünce akan bir ırmaktır çünkü iyilik. Dini, dili, ırkı, mezhebi, ülkesi, memleketi yoktur. Sadece kendisi vardır ve oracıkta, kendini tekrar edip duran bir sessizlik olarak çağıldar durur. Bir dip dalga, bir toplumsal hareket, bir insan olma şuurudur.

Ve söylemek gerekir. İyilik bir “nasip” meselesidir. İyiliği karşısındakine, muhatabına yaptığını düşünen kaybetmiştir iyilik fikrini. Hele iyilik yaptığı insandan bir karşılık bekleyen sade iyiliği değil, kendini de kaybetmiştir ki arasa geçiremez ele. İyilik insanın kendisi içindir. Karşısındakine borcudur, sorumluluğudur sadece.

Ve söylemek gerekir. Türkiye, iyiliğin her zaman ve her zeminde, her önünde ve her sonunda kazandığı bir memlekettir. Doğrudur. Canımız sıkılır, içimiz bunalır, sinirimiz oynar amma sonunda iyiler kazanır bizim hikâyemizde.

Böyle olmuştur, böyle olmaktadır ve böyle olacaktır.

Kötülüğün binasını sorarsan

O gözü dönmüş ve şehvetlidir. Türkiye’deki bütün boşlukları, bütün fayları, bütün çatlakları bulup oralara yerleşmek isteyen bir kanalizasyondur çünkü. Oluşturduğu pislik çukuruna hepimizi çekmek tek gayesidir.

Bazen kravat takar. “Şu bizim binanın ruhsatını halletmenin bir yolu yok mu başkanım?” diye sorar zehirlenmiş kalbiyle. Vicdanı, cüzdanına sığar çünkü. “Ya zemin iyileştirme yapmışlar zaten, hem çok dayanıklı yapacak binaları” deyip ikan eder bazen. Anlaşması şeytanladır çünkü. “Şimdi biz bu imar meselesini halledemezsek oylarımız çok düşer” cümlesini bir ölüm fermanı gibi değil de bir durum tespiti gibi sunabilme kabiliyetine sahip sayar kendini. Kendine layık görmediğini başkasına layık görmeyi uyanıklık zanneder.

Bazen karanlıklara gizlenir. Evlere girer sinsice. Yardım etmeye geldiğini düşünürsünüz, meğer yağmaya gelmiştir. Meydanlara iner sinsice bazen. “Sadece şu partiden olanları enkazdan çıkarıyorlarmış” yalanıyla zehirlemeye çabalar bizi.

Bazen ekrana çıkar. Çatal diliyle, zehirli lisanıyla ortalık karıştırmaya, karışıklık çıkarmaya ayarlar her şeyini. Bazen sosyal medyada tıslar. “Baraj patladı” der, “Suriyelilere öncelik veriliyor” der, “kefen yok” der. Aklının, kalbinin, zihninin bütün pisliklerini boca eder insanların üzerine.

Bir kanalizasyondur çünkü kötülük. Dini, dili, ırkı, mezhebi, ülkesi, memleketi yoktur. Sadece kendisi vardır ve oracıkta, kendini tekrar edip duran bir pislik biçimi olarak koku yayıp durur.

Ve söylemek gerekir. Kötülük bu topraklarda kazanma şansı olmayan, çünkü bu toprakların mübarek zemininin kabul etmediği bir zavallılık biçimidir temelde. Kaybetmeye mahkûmdur.

Allah’ın dinini değiştirelim ister misiniz?

İslam dinine göre insan evlat edinebilir ve evet, evlatlığı ile arasında bir “mahremiyet” ilişkisi vardır zira arada bir kan bağı olmadığı için İslam’ın “evlenilemeyecekler listesi”nde evlatlıklar yoktur.

Bu, Diyanet’in fetvasının ardından Diyanet’e “sapık” deyip bir bardak suda fırtına koparmaya çabalayan kara dinlilerin de domuz gibi anladıkları bir gerçektir ama onların derdi hiçbir zaman gerçekle olmamıştır.

“Evlatlık” meselesi, hemen diğer meselelerde olduğu gibi “hukuki bir iç işleyiş”e konudur İslam’da. Miras bırakamazsınız, soyunuzun evlatlığınızdan devam edeceğini iddia edemezsiniz, nesebinize kaydettiremezsiniz ve evet, evlatlığınızla evlenmenizde hukuken bir mani olmadığı için onunla “evladınızla kurduğunuz” gibi bir mahremiyet alanı kuramazsınız.

Bu gayet hukuki fetvadan “Diyanet, evlatlığınızla evlenin dedi; bu Diyanet sapık” cümlesini çıkarabilen kara dinlilere ne söylesek vız gelecek, tırıs gidecek biliyorum ama şu kadarını söylemeyi borç bilirim.

Din, kendisine sorulunca “hükmünü söyleyen” bir mekanizmadır. Zekâtı sorarsanız size “Malınızın kırkta birini vermektir” der. Siz bunu “Niye malımın kırkta birini vereyim, ne saçma” diyerek karşılık verebilirsiniz Müslüman değilseniz. Ama bir Müslüman’ın zekât vermesini “saçma” olarak tanımlayamazsınız.

“Evlatlık nedir?” diye sorarsanız “evladınız gibidir ama bazı hukuki farklar vardır, dikkat” der size. Bildiğini anlatır. Çünkü “inanca dayalı bir hukuk biçimi” geliştirmiştir bazı kurallar çerçevesinde.

“Evlatlığınla evlen” diyen yok. Bunun zaten toplumsal olarak kınanan bir olay olduğu da çok açık. Hukuktan bahsetmek “bunu yap” demek değildir. Siz Müslümanları, evlatlığını çocukken taciz eden ve aşırı zeki, pek komik, acayip ironik bulduğunuz Woody Allen mı sandınız lan? Tam tersine, İslam, çerçeveyi net şekilde çiziyor ki evlatlık çocukların hakkı da hukuku da, nesebi de korunsun. Bunu bile anlayamayacak kadar kara dinlisiniz yahu. Lanetli bir kavimsiniz.

#Deprem
#Diyanet
#İsmail Kılıçarslan
1 yıl önce
Deprem günlükleri-3: İyiliğin binasını sorarsan
“Görüntülere kazak ören aldatılmış büyükanneler” Türkiye’si...
Meselemiz “hesapsızlık”
Amerikan sponsorluğunda İsrail-Suudi normalleşmesi
Faz-2: Washington’un bölme operasyonuna Ankara yanıtı
İsmailağa’ya değil, Türkiye’ye operasyon