“İlim öğrenmeye başladığı gençlik yıllarında ilk olarak babasından ders aldı. Hatibzâde’nin öğrencisi olduktan sonra Muslihuddin el-Kastallâni Efendi ile Sultan Bayezid Han’ın hocası Muarrifzâde’den de dersler aldı. Sonrasında ise tasavvufa heves salarak hizmetine girdiği Şeyh Muhyiddin el-İskilibî’nin yanında tasavvuftaki maksadına erişti. O da ona irşad icâzeti verdi. (…) Şeyhi Şeyh Abdürrahim Müeyyedî’nin ölümünün ardından İstanbul’da bulunan zâviyede onun yerine posta oturarak çok sayıda mürid yetiştirdi. (…)
Merhum, Vezir İbrâhim Paşa zamanında, bir mesele hakkında bir hakikati dile getirmişti. Vezir, Şeyh’in bu sözüne kızınca, arkadaşları vezirden dolayı Şeyh’in başına bir şey gelmesinden endişe ederek ona bu tür sözler söylememesi konusunda ricada bulundular. Bunun üzerine Şeyh, ‘Benim için mukadder olan üç şey olur: Ya öldürür ki bu, şehitlik olur. Ya hapse atar ki bu da uzlet ve halvet olur. O da zaten yolumuzdur. Ya da sürgüne yollar ki o da hicret olur. Böyle olursa da Allah’tan sevap beklerim.’ dedi.” (Eş-Şakâ’iku’n-Nu’mâniyye, Haz.: Muhammet Hekimoğlu, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları, İstanbul 2019)
Zira Hasan-ı Basrî, Emevî zulmüne maruz kalanların, kadere yaslanarak teselli imkanını ondan sorgulamaları üzerine ortaya çıkan -Halife Adülmelik b. Mervan’ın da müdahil olduğu- kader ve siyaset tartışmasının merkezinde yer almıştır.