|
‘Göz kesil ve gör, kulak ol duy, dil ol söyle’

Kurgu
yapmak gerçeklikteki bir eksiklikten değil, kalp, ruh, akıl ve nefsin akıl ile hayalin sınırsızlığından kaynaklanmaktadır. Aynı durum ilahî kelâm ile şiir için de geçerlidir.

Şeriat, hakikat ve hikmet yönünden kurguya tabi olmayan İlahî kelâmda, Sahibinin / Yaratıcısının eksiklikten münezzeh olması itibariyle hiçbir eksiklik yoktur. Hayata mahsus hâllerin kurgu yoluyla ayrıntılı bir surete taşınması da yine insandaki bir eksiklikten değil, onun merak, mükemmeliyet ve ebediyet arzusu, vecd, zevk duyma… gibi kalp, ruh, akıl ve nefsinde yerleşik olan güçlerin genişliğinden kaynaklanır.

Öyle ki, bu hakikatlerdeki ilahî genişlik nedeniyle kurgunun bile birçok hâlin ifadesi için yetersiz kaldığı görülür. Zira şiirde bizzat nefsin kendisini ve kurguya esas niteliklerini aşan, aciz bırakan mucizevi bir yön vardır; bu yönün tam olarak kavranamayışı, felsefecilerin çoğunun şiirin şeklî esaslarıyla ve buna tabi olarak şiirsel formların çeşitleriyle oyalanmalarına sebep olur.

Bu bağlamda okurlarımızı,
İbn Sînâ
ile
Fârabî
’nin görüşleri için,
İbn Sînâ ve Fârâbî
nin Poetikaları – Aristoteles’in Poetikasının İslam Dünyasında Yansımaları
adlı kitaba (İnceleme-çeviri:
Ayşe Taşkent
) yönlendirerek zikrettiğimiz ilk iki yönü, hevesi hevânın işe koyulması veya onun kalp, akıl ve nefisteki etkisinin
gerçekleşmeye durması
şeklindeki tespitimize dair örneklendirme vaadimizle birlikte işleyelim:
Demiştik ki, ahlak yönünden Fıkh’ın olumsuzladığı hevâ ve heves, sanatçının şeriatta musır olması şartıyla hak ettiği
ilm
in ve doğru ilişkilendirildiği
hâl
in içinden geçerek sanat
amel
inin dinamiği hâline gelir.

Önce ilim yönünden bakarsak: Örneğin sevme özelliğiyle yaratıldığımız malumdur. Sevgimizi ise çok ve az nitelemeleriyle dile dökeriz ama bu nitelemeler sayıya girmediği için “Ne kadar?” sorusu muallakta kalır. Dolayısıyla sevginin künhüne vakıf olabilmek için özel bir eğitim ve terbiye gerekir.

Diğer bir husus acıyı hissedişimizdir. Acı da aynı nitelemeler yoluyla dile girebilmesinin ötesinde, yer ve bağlantılı olduğu hislerin niteliği nedeniyle sorunlu hâle gelir. Beden şey yani salt nesne olmak bakımından acıyı hissedemeyeceğine göre sadece acıyı ileten olmalıdır. Buna göre fiziksel acının sinirler yoluyla hissedildiği yere(?) iletildiğini söylememiz kolaydır. Ancak onu bedende olduğu sanılan fakat özel bir yere de izafe edilemeyen kalp / gönül / ruh / can… ile tahdit etmemiz zordur. Zorluk imkânın tükenmesi olmadığına göre sevgiyi ve acıyı layıkıyla bilmenin mutlaka bir yolu olmalıdır ki, bu yolu göstermesi de ancak şiiriyle şairden beklenilebilir.

Bir şairden hâl düzeyinde talep edilebilecek şey de, bizi kendi hâliyle hâllendirmesi, diğer bir söyleyişle kendi hâllerinin mekanı olan kalbinden / ruhundan / aklından / nefsinden bunların bizdekilerine köprüler kurmasıdır.

Amel meselesine gelince: Şairin, gerek aklının fazlalığından, zekasının parlaklığından, dili kullanmadaki yetkinliğinden, gerekse Rahman’ın, meleğin ya da şeytanın onun kalbine atmış olabilecekleri şeylerin kelimeler olarak önce özel dil, eda ve tutum içinde harekete geçmesi ve bu hareketinin okuruna veya dinleyicisine bir zevk ve vecd hareketi olarak intikali söz konusu şiir-amel ilişkisinin bir neticesi olmakla izah edilir.

Bunlarla ilgili olarak
İbnü’l-Fâriz
’in (v. 1235)
Kasîde-i Tâiyye
’sinden (Saîdüddin Fergânî, Müntehal Medârik, trc.: Mustafa Yalçınkaya) ilgili beş beytin tercümesini nakledebiliriz:

1-“Sen onun aşinası olduğun halde açıklayamadığın yönleri var. Eğer söylersen onun yabancısı olacaksın; o hâlde sus.

Susmada onun gizli bir niyeti vardır; elde kalan kalıntıların şan şeref isteği. Ama bu, kişiyi, susmak için en iyi neden sandığı şeyin kulu yapar.”

2-Bakışımla arkadaşlarımı, onlarla birlikte içtim diye özümün rahatladığına, başımın döndüğüne inandırdım. Oysa bir anlık bakışım bana kadeh olarak yeter. Kadehten geleceklere de ihtiyacım yok. Bu derin neşvem şaraptan değildir.”

3-“Göz kesil ve gör, kulak ol duy, dil ol söyle! ‘Cem’ doğru yolu en iyi gösterendir.”

Bunların özeti tahtında
İmam Gazzâlî
’nin şu tespitlerine başvurabiliriz:

“Kalpler yani insanların iç dünyaları sırlar hazinesi, cevherler madenidir. (…) Kalplerin sakladıklarını tutuşturup açığa çıkarmak ancak sema çakmasıyla mümkündür. Kulak dehlizlerinden başka kalplere ulaşan yol yoktur. Vezinli hoş nâmeler kalplerdekini dışına çıkarır; ondaki güzellikleri de çirkinlikleri de dışa yansıtır.”

İmam’ın
sema
kelimesini sanat ya da şiir olarak okumamız yanlış olmayacaktır.
#İmam Gazzâlî
#İbn Sînâ
#Fârabî
#İbnü’l-Fâriz
2 yıl önce
‘Göz kesil ve gör, kulak ol duy, dil ol söyle’
Ukbe b. Nâfi’nin cehdi
İğne ve çuvaldız…
İhracatta Türkiye
Hizmet sektöründeki enflasyon işleri zorlaştırıyor!
Tarihin sonu ve ABD üniversiteleri