|
Kulluk akdini yitiren şiirini zaten yitirmiştir

Şiir ile ahlâk, hem söyleyeceğini söyleme hem de ahlak ile bir çelişkiye düşmemenin ilginç bir terkibini oluşturur. Başka bir ifadeyle “Ya ben öleyim mi söylemeyince” (Yunus Emre) ile ‘Doğan pençesine düşmüş serçe gibiyim’ (Attâr) tutumları arasında şiir berzâhî bir işlev yüklenerek, nefsin yönelişi esasında ahlak cihetinden de insanî vasatı teslim ve telkin eder.

Nitekim nazm tanımıyla şiir, söz olarak hakikatin izini sürmekle anlayışta bir açılmaya, ilgili hislerde bir yükselmeye, vezn yoluyla da kalbi coşturmaya ve bedeni iradesi dışında harekete geçirmeye bilkuvve sahiptir.

Şiirin bu vasfını ve etkisini Tâhirü’l-Mevlevî şöyle özetlemiştir:

“Nazm: Bir müsiki-yi beyândır ki sâmia-i zevke olan tesiri nesirden ziyâdedir. Bu tesiri hissetmek ‘evzân’ denilen âheng-i nazmı bilmeye mütevakkıfdır. Binâenaleyh evzân ile keyfiyyet-i ihdâsını öğrenelim: Müsikide ‘usûl’ nâmıyla birtakım mizân-ı terennüm oldugunu bilirsiniz. Bu, usûller gibi nazmın da ‘vezin’ unvânıyla birçok mikyâsı vardır. Usûl-âşinâ olmayanların bir besteyi doğru okuması nasıl kâbil değilse, evzânı bilmeyenlerin de bir manzûmeyi dürüst inşâd etmesi ve: ‘Nâ-sühanver mısra›-ı mevzûnu nâ-mevzûn okur’ (Nedîm) ta’rizi muhıkkından kurtulması mümkün değildir.” (Aruz – Kafiye – Nazım Türleri ve Nazım Şekilleri, Haz.: Mehmet Atalay, Büyüyenay Yayınları)

Vezin, mizan ve muvazeneyi havi olmakla sadece ölçmeyi değil biçmeyi de gerektirir. Bu yanıyla âlemdeki harekete tabi olan vezin, şiir yoluyla şairi dışındaki ve içindeki âlemin berzahında durmaya sevk eder. Diğer bir söyleyişle vezin şartıyla şiir hem ontik bilgiye hem de kozmosa delildir ve şair de kimliğini önce bunlardan edinir.

Öte yandan söz konusu berzahîlik, somutluk ve soyutluk bağlamında kimi halk kimi de emir âleminden olan nitelikleri, şiirde buluşturması bakımından da yine mizana ve muvazeneye tabi olan vasatı işaret eder.

“Neydi ‘bizim’ edebiyatımız” sorusuyla başlayıp ilgili menzillerinden önemli gördüklerimize uğrayarak ulaştığımız bu noktanın, “Neden böyle oldu ‘bizim’ edebiyatımız” sorusuna bağlanmasındaki ilk neden de mezkur kozmos telakkisinin, berzâh anlayışının ve son tahlilde şiir merkezli insanî vasatın terkedilmesiyle alakalı olsa gerektir.

Bu söz konusu terk, akt ve amel planında Allah ile olan ilişkinin koparılmasıyla ilgilidir. Şiir özelinde vârid, havâtır, fütûhat, şevâhid, levâih, bevâdî, tecelliyat, ilhâmat… -hiç kimse bunları ortadan kaldıracak bir güce sahip olmadığı halde- şairin kendi özneliğiyle özgürleşme tutkusu altında karşılıklarını yitirmiş; böylece kelimenin inzaline mahsus hakikatten uzaklaşılarak, düşünen nefsin üç gücü olan tahayyül, hatırlama ve düşünme, nefsin yaratıcısına değil, salt nefsin olumlu ya da olumsuz güçlerinden tasarruf hakkına sahip olan insanın temellüküne yorulmuştur.

Bu noktadan itibaren “Ya ben öleyim mi söylemeyince” ve ‘Doğan pençesine düşmüş serçe gibiyim’ söyleyişleri hayatın dışına düşürülmüş ve “İnsan, bizim, kendisini az bir sudan (meniden) yarattığımızı görmedi mi ki, kalkmış apaçık bir düşman kesilmiştir.” (Yasin 36:77) ilahi hükmünün yeni bir örneği olarak Tanrıya rakip, onun gücüne ulaşmaya muktedir olduğunu sananların küfür yüklü sözleri, mizandan ve muvazeneden yoksun olarak şiir diye edebiyat pazarına sürülmüştür.

Bundan birkaç sene önce, semboller savaşına indirgenmiş zihniyetler rekabetine zorunlu olan tabi kılındığımız mevcut şiir tanımlı edebiyat ortamında, Müslümanların dergilerine verecekleri adların ve orada kafir şairlerin şiirleriyle ülfet etmemelerinin önemli olduğunu söylediğimde, genç bir şair sosyal medyadan “Benim imanımı sorgulayacak olanın alnını karışlarım” narasını atmıştı. Bu aynı zamanda şiirde geldiğimiz ya da getirildiğimiz noktanın tam tekmil bir resmidir. Attar, Şirazî, Hafız, Fuzulî, Nedim, Şeyh Galib… divanları, mesnevileri kozmosun ve veznin tahrip edilişinin delilleri olarak rafa kaldırılıp,

Romeo ve Juliet oynamaya, Maldoror Şarkıları söylemeye, Duino Ağıtları yakmaya, Paris Sıkıntısı yaşamaya… başlayışımızla başlamıştı aslında başlamasını hak ettiğimiz şey.

Bunları derken Sezai Karakoç ile İsmet Özel’in serbest şiire verdikleri İslam rengini ve onların izlerinden yürüyen şairlerin Müslümanca gayretlerini yadsıyor değiliz.

Bu bağlamda maksadımız bir şeyleri yadsımaktan, eleştirmekten çok, Mezopotamya (İbrahimî / Hanifî) aktimizi, kozmosa dair tefekkürümüzü, mizanımızı, muvazenemizi, terazimizi yitirdiğimizde zaten genelden özele sanatımızı, edebiyatımızı ve şiirimizi de yitirdiğimizi söylemekten ibarettir.

#Edebiyat
#Ahlak
#Ömer Lekesiz
9 ay önce
Kulluk akdini yitiren şiirini zaten yitirmiştir
Enflasyonun önceliği
Kamu yönetiminde pandemi ile öğrenip sonrasında unuttuğumuz kritik bilgiler
Uluslararası hukûkun üzerine düşen gölge
Emperyalizmin küresel hegemonyasının anahtarı: Türkiye’de laik devrim, İran'da “İslâmcı” devrim 
27 Mayıs: Demokrasi sürecinde kara bir leke