Edebiyatımızda iki tür yazar vardır.
Birincisi, kendisinin dışındaki yazarlara karşı kör, sağır ve dilsiz olandır.
Duyan ama duyduğunu asla geri vermeyen kulak misali, kendi sesinin dışındaki her sesi alır ama ondan geriye asla bir şey ver(e)mez; başka bir yazarın adını zikretmez, maharetinden bahsetmez; emeğinden söz etmez.
Salt kendi adının zikredilmesini, çalışmalarının övülmesini talep eder. Bu nedenle kulakları kendi adının anılışına göre dikilir; dikkati kendi cirmiyle sınırlı, kalemi kendi masasında hapistir.
İkincisi yer aldığı edebiyat ortamını isim ve eser yönünden sürekli rasat eden, bunla kalmayıp başka yazarların eserlerini haber vermekten, değerlendirmekten, genç yazarları taltif etmekten, yüreklendirmekten zevk duyan yazardır.
Bu iki yazar tipinden ilkinin örneği çok, ikincisinin örneği ise çok azdır.
Mustafa Kutlu, örneği çok az olan ikinci tür yazarlardandır.
Kutlu, zikrettiğimiz söyleşiyi kendi edebiyat anlayışının, bakış açısının aynı zamanda bir sunumu olarak görmüş olmalı ki kitabına ayrıca bir önsöz yazma gereği duymamış. Örneğin Barbarosoğlu’nun o söyleşideki “Yazarlar, günü gününe eleştiri yazılmamasından şikâyet ediyorlar. Bir insan üç dört yıl emek sarf ederek bir eser kaleme alıyor fakat bir kere bile eser hakkında bir eleştiri çıkmıyor. İyiydi, kötüydü... Hiç ses yok. Memet Fuat Adam-Sanat’ın Eylül sayısında, yazarların ‘Bizde münekkit yok.’ şikâyetlerini ‘Onlar Ataç’sızlıktan şikâyet ediyorlar’ diye değerlendirmişti. Yani ‘Günü gününe eleştiri yazan biri yok’ diye. Siz, Dergâh’ta her sayı en az bir eseri tenkit ediyorsunuz. Sizi yoran, üzen tarafları neler?” sorusuna şu cevabı vermiştir:
“Benim Dergâh dergisinde yazdıklarım ihtiyaca mebnidir. Yani esasen ben bir münekkit değilim. Bir okuyucunun intibalarıdır yazdıklarım. Yayımlanan şiir, hikâye, roman gibi eserler üzerine gerçekten tenkit yazıları dergimize ulaşmış olsa sütunları bu yazılara bırakacağım.
Elbette ki bu iş belirli bir ısrar ve çaba gerektiriyor. Ayrıca nankör bir meslektir. Ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabilirsiniz.
Dergicilik yapmaya soyunduğumuz için üzerime düşeni (düşmüyor ya) yapmaya çalışıyorum.”
Elbette Sel Gider Kum Kalır seçilmiş yazılardan oluşuyor. Dergah’ın derkenarındaki ya da Yeni Şafak’taki yerlerinde şimdilik beklemeleri uygun görülmüş birçok yazısı daha var Kutlu’nun. Kendi ifadesiyle “üzerine düşeni” yapma sorumluluğuyla ya da o günlerin gerekliliklerine göre kaleme aldıklarını tam tekmil toplayabilmek gerecekten yoğun bir çabayı ve uzun bir zamanı gerektirir. Bu sebeple Sel Gider Kum Kalır’ın Kutlu’nun bizzat kendi elleriyle seçtiği yazılardan oluşması çok makuldür.
Çünkü son tahlilde onun yazması sayesinde adı ve çalışmaları edebiyata mal olmuş ya da en azından yine bu sayede edebiyatta ısrarları pekişmiş olanların bu yazılardan hâlen elde edebilecekleri kimi faydalar olduğu gibi, asıl gençlerin yazarlık heves ve gayretinde onlardan ziyadesiyle beslenmeleri öncelik taşımaktadır.
Bu bağlamda Sel Gider Kum Kalır, Kutlu ustalığının, nezaketinin ve vefakarlığının somut bir delili olarak artık elimizin altındadır.