Orada sergilenen işler ve ancak Bienal kataloğundan görebildiğim eserler üzerinden söyleyebileceğim ilk şey şudur:
Eserlerin sergilenmesinde tarihi mekanların kullanılması, ilk bakışta çok avantajlı gibi görünüyor olsa da, bu mekanlara has teknik imkanların sınırlı olması nedeniyle başlı başına dezavantaj oluşturuyor. Henüz ikincisi yapılan Bienal’in lojistik ekibinin oluşturulmasındaki, sevk ve idaresindeki zorluklar da cabası.
Bu nedenle öncelikle, Bienal’in gerçekleşmesi için sarf edilen gayreti önemsemek gerekiyor. Zira, her eserin sergilenmesine mahsus özel ortamların tanzimi, bakımı ve temizliği ciddi bir çabayı gerektirirken, izleyicilerin yönlendirilmeleri, bilgilendirilmeleri de yine özel bir gayrete muhtaç bulunuyor. Bu cihetle, Bienal’i gerçekleştiren kurumlar ve ekipler, daha baştan teşekkürü hak ediyorlar.
Bense bu etkiyi, Kaygusuz’un anlatımında yaşadım.
Şöyle ki, lafı dolaştırmadan söyleyeyim, bilgisayar hafıza ve ekran kartlarının yorulmasıyla elde edilen işleri yaşım, görgüm ve zevkim gereği sanat olarak niteleyemiyorum. Örneğin, küçücük bir cam kürenin üstüne Arap harfleriyle yazılmış bir beytin, ışık marifetiyle taş duvarlara yansıtılması bana bir şey ifade etmediği gibi, bilgisayar ve vido marifetiyle renk tayfındaki hareketliliğin zaptı da bana hiçbir şey söylemiyor.
İşte Kaygusuz, bilgisayarın teknik imkanlarını kendi marifetleriymiş gibi görenlerin işlerini, küçük grubumuza, onlara nasıl bakmamız ve onları nasıl okumamız gerektiğini de hiç üşenmeden -sanat terminolojisinin içinde durarak- öyle güzel anlattı ki, ben Kaygusuz’un anlatımını, mahzendeki işlerin hepsinden daha sanatlı buldum.
Bu anlayışıma ve seyrime tabi olarak, Bienal üzerinden birkaç tespitimi daha iletmek istiyorum.
Bu nedenle, konuşmaktan ve yazmaktan usandığım geleneksel sanat meselesinde, artık şu temel ayrımı -salt kendi adıma- gereksiniyorum:
Geleneksel sanatlar diye tabir edilen Müslüman sanatları içinde, hattan daha özel ve öncelikli bir sanat yoktur.
Kur’an’ın ve mescitlerin süslenmesi, dince değerli sayıldığından, hattın sanatlı olarak yapılması, hattatın sanatlılık esasıyla çalışması zorunludur ki, bu zorunluluğu gönlünde bir meşale gibi taşıyan kişiye hattat denir.
Buna göre, hattı Mushaf yazımından ve bu mesajı taşıma çabasından ayrı bir şeymiş gibi düşünmeye sebep olabilecek ilgili yönelişler artistlikten, züppelikten ibarettir.
Hatta yenilik, hattın kendi şartlarından doğar. Aklâm-ı sitte / şeş kalem bugün itibariyle vardır, bu sayı yarın on dokuza çıkarılabilir. Ancak bu hattın kendi özüne uygun olarak yine kendisinin içinden yapılabilir. Bu bakımdan hat sanatı, geleneksel olduğu gibi aynı zamanda sürekli yeni olandır. Zira onun bağlısı olduğu Kur’an, daima yenidir.
Bunun dışında harflerin formlarını ve veçhelerini değiştirerek, kolajda bir parça haline getirerek, pazar kaygısıyla Mevlana’nın yüzüne, Hacerü’l-Esved sembolünün içine, dervişin bükük beline… yerleştirerek yapılan iş, geleneksel sanat değil, bir sanat meraklısının, sanatsal kabızlığını bu yolla aşma yönelimidir.
Hadi bunu da bir sanat sayalım, ama o kendi başına geleneksel / modern ve kendi başına bir sanattır, yani kendi cirmi kadar sanat ortamında yer tutar.
Enstelasyon, videoart vb. işlerin sanatlılığı, gelenekliliği, modernliği, post-modernliği hattın dışında bir tartışmanın konusudur.
Hatta bulaşmadan, onu istismar etmeden geleneksel sanat yapacak olanların yolları açık olsun. Ama modern sanatçıymış gibi görünmek için İslam yazısıyla oynamaya kalkışanlar da kendi sınırlarında durmayı öğrensinler artık.
Kısaca, sözümona geleneksel sanatçılar, düşsünler artık Müslümanların yakasından!
İlle samimiyet, ille samimiyet!