|
Var olacak mıyız?

Bir millete kim olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini, idealini ve iddiasını tarihe not düşecek nispette hatırlatabilen herkes kahramandır ve milletler kahramanlarıyla var olurlar. Kahramanlar ellerine aldıkları kılıç yahut kalemle, tespih yahut fırçayla, cetvel yahut mikrofonla insan topluluklarına dil, tarih, ülkü, duygu ve gelenek birliği olmadan millet olunamayacağını ihtar eder ve bu gaye uğrunda yaşarlar. Yavuz Sultan Selim Han ve Bâkî, Mimar Sinan ve Itrî, Akşemseddin ve Karahisârî, Ebu’s Suud Efendi ve Levnî bu zaviyeden bakınca gerçek birer kahramandır ve birdir. Birisi kılıcını kıskandıran iradesiyle, diğeri kâğıtları utandıran kalemiyle, birisi şiiri mahcup eden kubbesiyle, diğeri kubbeleri secde ettiren musikisiyle, birisi okları aciz eden nazarıyla, diğeri zarafete boyun büktüren çizgisiyle, birisi tarihe iz bırakan vakarıyla, diğeri tarihten iz taşıyan letafetiyle ama hep aynı dert ve gayenin etrafında cem olmuş âbide şahsiyetlerdir.



Bizim milletimiz kahraman yetiştirme hususunda ne kadar kabiliyetli ise o kahramanların kadir kıymetini bilmeme konusunda bir o kadar emsalsizdir. İki meselede de bizimle yarışabilecek bir başka millet yoktur desek sanırım mübalağa etmiş olmayız. Kadir kıymet bilmeyişimiz bazen onları tanımayışımızdan kaynaklanır, bazen onların ısrarla bize yanlış tanıtılmak istenmesinden ve bazen de bizim insafsızlığımızdan. Biraz emek ve gayretle tanımak ve böylelikle yanlış tanıtılma meselesini de halletmek mümkün ancak insafla bakmayı beceremediğimiz müddetçe, görünen o ki pek çok kahramanımızdan gerektiği gibi istifade edebilme imkânını kaybedeceğiz.

İstiyoruz ki kahramanlarımız günahsız olsun, hayatlarının hiç bir safhasında en ufak hataya bile yer olmasın. Böyle bir şey mümkün mü? Peygamberler, tarihin gördüğü en büyük kahramanlardır ama kahramanlar peygamber değildirler. Zaafları, tecrübesizlikleri, bilgisizlikleri sebebiyle yaptıkları yanlışlar mutlaka vardır çünkü insandılar. Bunu anlasak meseleyi çözeceğiz aslında. Hiç birisi gökten zembille inmedi aramıza, hepsi de bizim gibi dokuz ay on günlük insan evladı. İnsanın olduğu yerde hata olur, bunu en çok kendimizden biliyoruz. İnsanın hatasız olmayacağını biliyoruz ama kahramanlarımızda hata görmek de bizi rahatsız ediyor, savruluyoruz. Ya onların hatalarını görmezden gelip yokmuş muamelesi yapıyoruz yahut hatalarının aslında o kadar da mühim olmadığını hatta onlara niçin ve nasıl yakıştığını izah sadedinde tevillere başvuruyoruz. Uçlarda geziniyoruz hep, peki yok mu bunun orta yolu?

Bir kahramanı, yaptığı güzel işlerden ötürü sevip güzel hasletlerini örnek almaya çalışırken, yanlışlarını hakkaniyet ölçüsünce değerlendirip onların affı için de dua edemez miyiz? Bir yanlış yüzünden on doğruyu görmezden mi gelmeliyiz, on doğrunun hatırına bir yanlışın affı için el açıp onun gıyabında dua mı etmeliyiz?

Dünyadan göçmüş bir kahramanın hayatı bizim önümüzde bir kitap sayfalarına sığacak şekilde ve bütün olarak duruyor. Bu kitabı, o bir ömürde yaşadı oysa. Önsözde yaptığı hatadan kitabın bir yerinde rücu etmediğini nereden biliyoruz. Üstelik kitap sadece onun hayatının zahirine dair bize bilgi veriyor. Kalbindekileri bilmiyoruz mesela; gizli saklı işlediği hayır amellerden de haberimiz yok, son nefes gelmeden aşikâr hatalarına tövbe edip etmediğinden de. Hüsnü zanna mecburuz. “Ölülerinizi hayırla yâd edin” diyen peygamberin ümmeti olmakla iftihar ediyoruz. Yaşayan bir insanı sağda solda gıybetini yapmadan, yüzüne karşı lisan-ı münasiple, üslubunca eleştirebilirsiniz. O kişi de ya hatasını düzeltir ya yanlışta ısrar eder ya kendisini savunur, siz yanıldığınızı fark edersiniz yahut da o meselenin aslında öyle olmadığını fark ediverirsiniz. Dünyadan göçmüş bir kimsenin bize aslında neyin ne olduğunu anlatma gibi bir şansı yok. Onun hatası gibi takdim edilen bir olayın aslında onunla alakası olmayabilir, o günahı işlediğini görüp bize aktaranlar o günahtan tövbe ettiğinden habersiz olabilirler yahut gerçekten bir hatası vardır da bir türlü düzeltememiştir. Bütün bunları bilmiyoruz. Bilmeden hiç tanımadığımız herhangi bir insana bile böylesi bühtan etmek ayıp, dahası günahken; dine, devlete ve millete hizmet ettiği herkesçe bilinen bir kahramanı zan sebebiyle bir kalemde silivermek insafsızlık değil mi? Hem bu hakkı bize kim veriyor? Yaptığı hayrın binde birini yapmamışken, işlediğimiz hatanın onda birini yaptığı rivayet edildi diye bir kişiyi böylesine itham edip karalamak haddi ziyadesiyle aşmak değil mi? Yiğidi öldür ama hakkını yeme düsturunu bırakıp da hakkını yiyebilmek için yiğit öldürme zilletine ne ara düştük biz?

Bir kahraman için ileri geri laf etmeden önce insan kendisine hiç olmazsa iki soruyu soruvermeli: O zamanda yaşasaydım onun yaptığı yiğitlik ve hizmeti ben yapabilir miydim? Onun sahip olduğu imkân ve şartlar bende olsaydı ona isnat edilen hatalardan daha fazlasını yapmayacağımın bir garantisi var mı? Bunlar cevabı muallakta sorular gibi gelmesin. Dava aynı dava, dert aynı dert, insan aynı insan. Dine devlete elimizdeki şartlarla ne kadar hizmet edebildik, hata ve günahtan nereye kadar kaçınabildik? Bu sorulara vereceğimiz cevap boyumuzun ölçüsün fark etmemiz için kâfi. Kaldı ki, eleştirdiğimiz kişiden daha fazla hayır işleyip daha az hata yapmış olmamız da bize onu yalan yanlış olması muhtemel bilgilerle ve insafsızca eleştirme hakkını vermez.

Ne mi anlatmak istiyorum, bu yazı niçin mi yazıldı?

Mehmet Akif Ersoy, büyük dava adamı. Milli mücadelenin her safhasında var. Sebilürreşad’ından vaaz kürsülerine, Taceddin Dergâhı’ndan Berlin’e, Arap coğrafyasından daha bilmem nerelere kadar. Nihayet İstiklal Marşı’mızın da şairi. Feshedilen I. Meclis’in milletvekili, sonrasında “İstiklal Şairi, İstiklal Mahkemesi’nde yargılandı” dedirtmemek için ahir ömrünü gurbette vatan hasretiyle yaşayan büyük muzdarip.

Abdülhamid Han’a muhalefet ettiği ve Ulu Hakan’a hakaret içeren şiirleri sonradan da Safahat’ından çıkarmadığı, Abduh ve Afgani tesirinde kaldığı gerekçesiyle Akif’i silecek miyiz şimdi?

Necip Fazıl Kısakürek; şair, derviş, aksiyoner, mütefekkir, mücahid. Dede ve ninelerimizin evinin tenhasında, kapı çalınır ve beni alır götürürlerse diye endişe içinde tespih çektiği zamanlarda, sütun sütun, sokak sokak bütün bir ülkeye “Allah vardır ve birdir, gittiğiniz yol yol değil” ihtarını yapan, bugün iftihar ettiğimiz işleri yapan hemen herkesin ruh ve şahsiyet hamurunda parmak izleri olan merhum Üstad’a; “Ama kumar oynamış” diye yok muamelesi mi yapacağız?

Elin oğlu üç asrı bulmayan tarihine kahraman icat etmek için bilgisayar marifetiyle çizgi karakterler uydururken, binlerce yıllık tarihimizin son ve en çileli asrına damga vurmuş iki büyük kahramana karikatür muamelesi yapmaya kimsenin hakkı yoktur!

Var olacaksak onlarla var olacağız!

#Türkiye
#Millet
#Toplum
6 years ago
Var olacak mıyız?
“Almanlar et başında”
Varsıllar vergi ödemesin!
Amerikan Evanjelizminin Trump’la imtihanı
Genişletilmiş teröristan projesi böyle çöktü
İsrail’le ticaret ve Deutsche Welle