Söz ve yazı arasında hangisinin anlamı, doğru anlamı muhatabına iletmeye daha elverişli olduğu yönünde her zaman tekrarlayacak bir tartışma vardır. Bu tartışmada genellikle söz lehine argümanlar daha fazladır. Sözün anlamı burada ve şimdi muhatabıyla birlikte gerçekleşen bir iletişim olması dolayısıyla yazıya nazaran tartışılmazca daha avantajlı kabul edilir. Hatta aslında yazının da nihai amacı aslı söz olan bir iletişim olayını kayda almaktır. Yazıdaki bütün noktalama işaretleri de yazıya sözün tonlamaları, yanlış anlaşılma ihtimallerini bertaraf edecek şekilde yüklenmesi hedeflemektedir.
Söze geleneksel olarak atfedilen bu güce karşılık çok ilginç bir tarihyazımı, yazıyı tahakküm kurmanın ilk araçlarından biri olarak görmüştür. Sözlü ve yazılı kültür üzerine önemli analizleri ve tezleri olan yapısalcı antropolog Claude Lévi-Strauss, mesela, yazının ortaya çıkışı ile kölelik arasında doğrudan bir irtibat kurar.
Nereden çıkarmıştır bunu bilinmez ama söze atfedilen gücü ve avantajı tasdik ve takdis eden bir yaklaşım olduğu muhakkak. Gereksiz bir heterodoksi veya bir şifahi-geleneksel kültür güzellemesi. Bu mantığa göre yazı, doğası gereği, ancak şehirli insanların, belli bir kültürel disiplinden geçtikten sonra belli bir düzene uyarak, bir uylaşıma dahil olarak gerçekleştirdikleri bir kurumlaşmadır. Mahiyeti ne olursa olsun bir disiplin gerektiren yazı, şehirli hayatın bütün kurulu hiyerarşilerinin yayılması için gerekli zemini de sağlarken, buna intibak edemeyecek olan kırsal kesim insanı üzerindeki ilk iktidarını bu temel düzeyden itibaren kurmuş olur. Ondan sonrası zaten nasıl kuruluyorsa öyle gider. Yazılı kültürün iktidarla zorunlu olarak buluşturulmasının en temel mantığı budur.