Bir çocuk doğurmuşum gibi hissettim

Geçtiğimiz aylarda Seyhan Erözçelik İlk Kitap Şiir Ödülü alan Ebru Özden’in ilk kitabı Sonsuz Adla Çağrılış okurla buluştu. Özden kitap heyecanını anlatırken “Bir çocuk doğurmuşum gibi hissettim ilk gördüğümde” diyor.

Merve Akbaş Yeni Şafak
Ebru Özden

Geçtiğimiz aylarda Seyhan Erözçelik İlk Kitap Şiir Ödülü alan Ebru Özden’in ilk kitabı Sonsuz Adla Çağrılış okurla buluştu. Özden kitap heyecanını anlatırken “Bir çocuk doğurmuşum gibi hissettim ilk gördüğümde” diyor.

-İlk eseriniz yayınlandığında neler hissettiniz?

Şiirlerimi derleyip kitap haline getirmeyi hiç düşünmedim. Kitabımın editörü bu fikre ısındırdı beni. Derleme sürecim de uzun sürdü. On yıldan fazla olmuştur, yazdığım şiirler içinden seçtim ve uzun bir süre sonunda teslim ettim. Fakat henüz basılmadan, dosya hâliyle Seyhan Erözçelik İlk Kitap Şiir Ödülü’ne katıldım. Kitabın basılması, ödülü aldıktan bir hafta sonra TÜYAP Kitap Fuarı’na denk geldi, o aralıkta çıktı matbaadan. Hem ödül hem kitabın basılması hem imza Daha fazla güzellik bir arada olamazdı. İlk olarak imza günümde dokundum kitabıma. Oraya gelenlerle beraber. Bir çocuk doğurmuşum gibi hissettim ilk gördüğümde. Kısa sürdü. Dokunduğumdaysa sanki benim değil, başkasının şiir kitabına dokunuyor gibiydim. Aslında, sanki mahcup da hissettim. Bana dair ne varsa artık gözler önündeydi. Tüm açıklığımla, herkesten kaçan, konuşmayan, ev içlerinde dura dura evin kapılarından veya odalarından birine dönüşen ben, ayan beyan ortadaydım. Dışarıda. Herkesin içinde. Böyle düşünerek duraksadım.

-Kitabınızı elinize alınca ilk olarak ne yaptınız?

Bir iki şiirde emin olmadığım kelimelerim vardı. Onlar kitapta göze nasıl görünüyor, ona baktım. Açıp “Otobiyografi” adlı şiirimi okudum.

-Kitabınızı ilk kime imzaladınız?

Kitabım çıktıktan iki gün sonra TÜYAP’ta imzam vardı ve ben daha kitabımı görmemiştim. İlk kitabı eşime imzalamayı düşünüyordum ama düşündüğüm gibi olmadı. İlk TÜYAP’ta denk geldiğim yazar Rekin Ertem’e imzaladım. Günün sonunda, en son, eve dönerken eşime.

SANKİ BİN YILDIR YAZIYORUM

-Yazmaya nasıl başladınız?

Bilmiyorum. Sanki bin yıldır dünyadayım ve bin yıldır yazıyorum. Ne zaman başladım, nasıl başladım, miladım yok. Okumayı öğrendiğimden beri ses duyarlılığımdan mı nedir hep şiir okudum. Çok küçük yaşlarda Nazım Hikmet okumaya, ezberlemeye başladım. Gazâlî’yi de onun şiirinden öğrendim, Nazım’ın şiiri beni iyi şiiri bulmaya yönlendirdi. Hoca oldu bana. Lisede edebiyat derslerine heyecanlanarak girerdim. Şiirlerim şimdi o zamanki temaşalarımın, bakmalarımın aynası belki de. O anları hatırlamak beni hüzne ve şiire gark ediyor. Her şeyi dün gibi hatırlıyorum da yazmaya ne zaman, nasıl başladım; hatırlamıyorum. Ama geçmişten kimle konuşsam “Zaten ta küçüklüğünden belliydi” diyor.

-Gece mi yazarsınız, gündüz mü?

Bu inanın hiç belli olmuyor. Bazen gündüz bir mısra geliyor, not alıyorum. Sonra o mısra çoğalıyor zamanla. O mısra gece yarısı uykudan uyanınca, derste, rüyada, otobüste, araç kullanırken, yemek yaparken velhasıl her an gelebiliyor. İlk mısradan sonrası zaman ve çaba. Kelime ekle, çıkar, sese bak içime sinene kadar bekliyor. “İlk mısra tanrı vergisi, gerisi alın teri,” değil mi zaten?

-Defter mi, bilgisayar mı?

Ne zaman yazacağım belli olmadığı için yanımda ne varsa ona not alıyorum. O kadar dağınığım ki şiirim kırk mısra ise kırkı da farklı yerlerde olabiliyor. Ama nerede yazarsam yazayım şiiri topladıktan sonra muhakkak dolma kalemle bir deftere yazıp şiirin dışarıdan göze nasıl göründüğüne bakıyorum. Çünkü deftere yazarken içime sinmeyen yerleri daha iyi fark edebiliyorum. Dolma kalemle yazmanın dayanılmaz bir güzelliği var. Ya da ben fazla anlam yüklüyorum. Bilmiyorum.