Çizgilerle dünyaya seyahat

Arif Ay’ın mısralarında, “Elinde karıncaların sözlüğü” diyerek anlattığı Çizer Hasan Aycın ile “O benim özelim, aynı zamanda da güzelim. Hayatımın en güzel yılları” dediği çocukluk yıllarından bu yana bir alfabeye dönüştürdüğü çizgilerinin dünyasına yolculuk yaptık.

Latife Beyza Turgut Yeni Şafak
Hasan Ayçın.

Yan yana iki oda, odaların önünde de “eyvan” denilen bir açıklık alan. Eyvanın önü bir arşın yüksekliğinde dizeme denilen duvar. Dizemenin üstü yine bir arşın ahşap perde. Odalar ahşap tavanlı ama eyvanda tavan yok. Hepsinin üzeri yekpare kiremit çatı. Ama ne kedilerin ne de kuşların içeri girmesine mani olmaz. Her odada bir ocak vardır. Odaların ısıtılması da bu ocaklarla olur. Yemekler burada pişirilir, sıcak bir köşedir burası. Hayat daha çok dışarıda geçer. Yaz, kış güneşin altında göğün altında. Yıldızları perdeleyecek hiçbir şey yok. Vakitler, yıldızlara bakarak anlaşılır, hele ki güzel havalarda. Böyle havalarda dışarıda oturulur, eve yalnızca yatmak için girilir. Komşular arası bağlar kuvvetlidir. Herkes birbirinin yardımına koşar. Para hayattaki en son şeydir. O yüzden yokluk, yoksulluk gibi şeylere yabancıdır burada yaşayanlar. Zaman zaman köye çerçici gelir. Mesela yılda bir iki kez tuz getirir develerle. O temel ihtiyaçlar takasla ödenir. “Bir doluya bir dolu” denir. Sen ürettiğini verirsin o da ihtiyacını verir. Kahvede çay içildiğinde ya da bakkaldan bir şey alındığında “harman veresiye”dir. Yani satın aldığının karşılığını harmanda yine ürününle ödersin. Berberler evin çocuklarını bulduğu yerde tıraş eder, harman zamanı gidip “berber hakkı” der, hakkını ister. Hali vakti yerinde olan verir. Durumu olmayandan istenmez.

Böyle bir dünya düşleyin. Bu düşün tam ortasına da sekiz yaşına dek ayaklarını kullanmadan görünen ve görünmeyen diyarları hayalleriyle gezen ve bu hayalleri tahta çubuklarla, çivilerle toprağa, taşlara resmeden bir çocuk yerleştirin. Bu çocuk bütün bu olup bitenleri, evreni, kainatı okumaya çalışıyor. Neredeyse hiç kaçırmadan tüm gün batımlarını izliyor. Her gün, elsiz, ayaksız yolculuklara çıkıyor…

“Arif Ay’ın bir şiiri var: Adı Hasan Aycın Olan Şiir. ‘Elinde karıncaların sözlüğü’ der bir mısrasında ben o sözlüğü hazır buldum” diyor Aycın ve ekliyor: “Çünkü kendinizi olduğunuz yerde bulmaya çalışıyorsunuz. Kendinizi bulduğunuz yerde her şeyi bulmaya çalışıyorsunuz. Varlık alemindeki her şeyi anlamlandırmaya çalışıyorsunuz. Simgeler böyle oluşuyor. Ben gördüklerimi taklit ederek karalıyorum her şeyi. Bunu bir alfabeye dönüştürüyorum kendimce.” Bu hafta Çizer Hasan Aycın ile “O benim özelim, aynı zamanda da güzelim. Hayatımın en güzel yılları” dediği çocukluk yıllarından çizgilerinin izinde bir yola çıkıyoruz.

OĞLUM ADIYLA DÜNYAYA GELDİ

20 Eylül 1955 tarihinde böyle bir köyde, bir köy evinde dünyaya geliyor Hasan Aycın. Ailesi henüz o doğmadan dört ay önce ölen Ağabey Hasan’ın hüznünü ve tevekkülünü içinde taşırken. O ölünce denmiş ki, “Sakın bu çocuğun adını da Hasan koymayın, yoksa bu çocuk da ölür.” Annesi bu söze bir inanmış bir inanamamış. Babası itiraz etmiş, “Benim oğlum adıyla dünyaya geldi.” Dedesi, annesine “Kızım, çocuğunu azapta koymak istemezsen sakın ağlama. Onu sana Allah verdi, Allah aldı” der ağlamamasını öğütlermiş. Annesi kendisini tutsa da babasının gizli gizli harmanlığa gidip ağladığını görürmüş. Bir de Aycın’ın yürüme yaşı gelip de yürüyemediğini görünce korkularını bastıramaz olmuş.

“Bana çok sevdirilmiş bir insan hikâyesi var” diyor Aycın, kendisinden önceki Hasan’ın hikâyesi… “Ben o zaman kendimi onun devamı olan bir Hasan olarak görüyorum. Adımı ondan ödünç almışım, onun giysileri, eşyalarıyla hayata başlamışım. Yanımda anlatılan hep onun hikâyesi. Ben onu çok önemsemişim. Birinci Hasan’ın hikâyesi benim evrene açılan kapım. O hikâyeden bakıyorum her şeye. Ve o öyle güzel bir yerde ki. Bahçede hemen şurada, bir adım yürüsem ben de oraya gireceğim. Görünenin ötesinde bir yer, adı ‘cennet’. Ailemizden cennete ilk giden o. Sonra da ben gideceğim. Çünkü bana da ‘Ne zaman ölecek’ gözüyle bakılıyor. Ben de bunu içselleştiriyorum üstelik çocuk hâlimle. Bir yandan da her şeyi anlamlandırmaya çalışıyorum” diyerek anlatıyor o çocukluk günlerini.

DEVLET KAPISINDA KATİP OL

Ailede kimsenin diploması olmasa da dedesi dahil herkes okuyup yazmasını bilirmiş. Dedesinin Rumeli’de köklü bir medrese eğitimi varmış. Babası düzenli kitap ve Kur’an okurmuş. Annesi ise bir şey yazacağı zaman çocuklarından yardım alırmış. Kelimeleri okunuşuyla yazar, “Oğlum, benim yazdıklarıma bir bak bakayım, noktalarını koyuver” dermiş. Aycın, çocukluğundan itibaren “Ahirette başımı ağrıtacak şeyler çizmemem lazım. Yüzümü ak edecek şeyler çizmem lazım” düşüncesinin sebebinin annesinin “Oğlum, ahirette çizdiklerine can ver denildiğinde ne yapacaksın?” sorusu olduğunu söylüyor. “Sonrasında dönüp baktığımda annem, bu sözüyle benim hem hayattaki hem de meslekteki ilk öğretmenimdir” diyor.

Aycın’ın içinde dünyaya geldiği evler oldukça eskiymiş. Babası, evlerinin tamir sürecinde biraz borçlanmış. “Ben bunu nasıl öderim?” diye endişelenip, Almanya’ya çalışmaya gitmiş. Gurbete gitmek ağrına gitmiş olacak ki yola çıkmadan hemen evvel oğluna bir öğütte bulunmuş, “Oğlum, git orta mektep bitir devlet kapısında katip ol. Benden sana kazma kürekten başka bir şey kalmayacak” diye. Bir de imam hatip diye bir okul duyduğunu, orada namaz da kıldırdıklarını söylemiş. Böylece Aycın, orta okul için şehirdeki imam hatip okulunun sınavına girmiş. Ancak ilkokul eğitimi köyde zayıf olduğundan okuyabilse de yazamıyormuş. İmtihanı kazanamamış. Dedesi “Bir de ben konuşayım” diyerek torununun elinden tutup okul müdürüne gitmiş. Aycın, hayatımın dönüm noktası oldu dediği o günü şöyle anlatıyor: “O zaman Abdullah Fındık isimli bir okul müdürü vardı. Dedemi görünce ceketini ilikledi, eğildi elini öptü. Kendi koltuğuna oturttu. Dedemle biraz konuştuktan sonra ‘Müsaade edersen ben bir de Hasan’la konuşayım’ dedi. Bana ‘Anlat bakalım, künyeni söyle’ dedi. Ben başladım asker gibi saymaya: ‘1955 Aslantepecik’te doğdum. İlkokulu köyümde okudum. Şimdi buraya tayin oldum.’ Müdür güldü, ‘Sen mezun oldun, biz tayin oluyoruz.’ Sonra dedeme dönüp, ‘Hasan’ı çok sevdim. Hasan benimdir’ dedi. O günlerden bugünlere geldik, elhamdülillah.”

İMAM HATİPLİLER GÜZEL SANATA ALINMAZDI

İmam hatip son sınıfa geçtiğinde annesi “Baban giderken bir şey söyledi” diyerek Aycın ile konuşmak istemiş. “Bizim kızımız olmadı, bir kızımız olsun demiş meğer babam. Ben mesajı aldım” diyor Aycın. Ailenin aklındaki isim imam hatipteki okul arkadaşı İsmail’ın kız kardeşiymiş. Aycın önce arkadaşı İsmail ile konuşmuş ardında aileler görüşmüşs. “Nasipmiş sözlendik, nişan oldu okul biter bitmez evlendik. Bugünlere geldik şimdi hamdolsun” ifadesinde bulunuyor. Üniversiteye başladığında yeni evlenmiş biri olarak çalışabileceği bir yer aramış. “Güzel sanatlara gidersem iş bulurum, karnımızı doyururum” düşüncesindeymiş. Ancak Türkiye’deki tek güzel sanatlar akademisi Beşiktaş’taymış. O dönemki kısıtlamalar nedeniyle de imam hatip mezunları başvuramıyormuş. “İmam hatipliler sadece İslam enstitülerine girebiliyor. Ben de o alanda çok zayıfım. Meslek derslerim zayıf, ancak ikmale kalıp geçebiliyorum. Başarısız bir okul hayatım var” diyor Aycın. Hatta Fransızca’dan ikmale kalışını şöyle anlatıyor: “Fransızca’dan bütünlemeye kalmıştım. Okula öğretmenlere davetiye falan götürdüm, Fransızca hocası dedi ki, ‘Oğlum sen evlenemezsin daha okulun bitmedi.’ Ben de ‘Geçir evleneyim’ dedim. Sahiden geçirdi. Daha sonra beni görünce de, ‘Senin yüzünden tüm ikmale kalanları geçirdim’ dedi.”

PUANIM YÜKSEM AMA HER OKULA GİREMİYORUM

Üniversite sınavları o zaman yalnızca belirli illerde yapılıyormuş. Aycın da sınava girmek için İstanbul’a gelmiş. Kolera salgınının ardından İstanbul’un karantinadan yeni çıktığı günlermiş. İstanbul’da koleranın en yaygın olduğu bölgede, Sağmacılar Ortaokulu’nda sınava girmiş. Test sınavı da ilk defa burada tecrübe etmiş. “Ama hayat bana sürekli pratik çözümler bulmayı öğretti” diyor Aycın ve sınav sorularını nasıl cevapladığını anlatıyor: O zamanki sıralarda oturma yeri ve masa birleşikti. Eğimli masalar vardı ve masanın bitiminde kalem-silgi düşmesin diye düz bir çıta olurdu. Sıralara tek tek oturttular bizi. Ben de yeni bir silgi almıştım. Silindirik, altıgen silgiler vardı o zaman. Bir baktı beş şıklı sorular. Ama hiçbir hazırlığım yok benim sınav için. Nasıl cevaplayacağım, bilmiyorum ki. Kurşun kalemle silginin birinci yüzüne bir nokta, ikincisine iki nokta, üçüncüsüne üç… Altıncı yüzü boş bıraktım. Sıranın üzerinden silgiyi yuvarlıyorum, ne geldi hemen işaretliyorum. Boş gelince bir daha yuvarlıyorum. Sonra kopya çektiğimi düşünerek sınav gözcüleri geldi. Baktılar, bir şey bulamadılar. Ben de ‘Bu yasak mı?’ diye sordum. ‘Değil, devam et o zaman’ dediler. Hayattaki en kolay sınavımdı. Çok da iyi bir puan gelmişti. Erzuruma gitsem tıp fakültesine girebiliyorum yani. Ama puan işe yaramıyor, imam hatip mezunu olduğum için her okula giremiyorsunuz.”

İSMET ÖZEL İÇİN HACETTEPE’YE GİTTİM

Hacettepe Üniversitesi’nin bazı iki yıllık bölümlerine imam hatip mezunlarını aldıklarını duyunca güzel sanatların peşini bırakarak Ankara’ya gitmiş. O zamanlar henüz yeni yeni sağ kesime geçen ve “İsmet Ağabey” diyerek şiirlerinin çoğunu ezbere bildiği İsmet Özel’in Hacettepe’de okuduğunu öğrenince iki yıllık en yüksek puanlı bölüme, işletmeye kaydını yaptırmış. Ancak burada çalışma imkânı yokmuş. Parası olduğunda otel odasında, parası yoksa otogarda ya da sabah okula gidenlerin evlerinde kalıyor, hafta sonları Balıkesir’e gidip geliyormuş. Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez ya, “Ben burada okuyamam” dediği noktada Allah yeni bir kapı açmış. Aycın Bursa İktisadi İlimler’e geçişini şöyle anlatıyor: “Balıkesir’de arkadaşlarla bir yatsı namazında camide buluştuk. Namaz sonrası beraber çay içerken, ‘Bursa İktisadi ve Ticari İlimler imam hatip mezunlarını alacakmış’ dediler. Yarın da son günmüş. Üstelik okulda gece bölümü var, devam zorunluluğu yok. Tam bana göre bir okul. Paldır küldür o gece Ankara’ya gittim, kaydımı almaya. Vermediler. Bölüm başkanıyla görüştüm, dekana dilekçe ver dendi. Ben de dekana gittim. İyi bir adammış, ‘Ne yapacaksın orada millet buraya gitmek istiyor sen çıkmak istiyorsun’ dedi. Evli olduğumu çalışmam gerektiğini söyledim. ‘Sen iyi bir çocuğa benziyorsun, şuraya dilekçeni yaz. Sadece Bursa’nın istediği evrakları verelim sana. Kaydını silmeyelim belki yetişemezsin. Yetişemezsen dönersin’ dedi. Evraklarımı toparladım, geldim Bursa’ya. Ben girdim, ardımdan polisler kapıyı kapattılar. Kısmetmiş.”

Aycın, Bursa’da okurken önce tabelacılık yapmayı, başka işlerde çalışmayı denemiş, olmamış. O zamanlar sınavla işçi alan Bursa’da olan Merinos Fabrikası’na girmek için tam üç kez sınava girmiş. Üçüncü sınavdan sonra mülakata çağrılmış. Mülakatta verilen sorulara biraz dik başlı cevaplar verse de kabul edilmiş. “Hem genciz hem de militan günlerimiz. Saçlar uzun, parka üzerimizde. Paçalarımız İspanyol, yaralarımız derin. Profil biraz anaşist bir şekilde. Çünkü gençliğin o günkü tarzı o. Bizden önceki büyüklerimize, babalarımıza benzemiyoruz. Aslında kendi kuşağıma özgü cevaplar veriyorum” diyerek hem kendini hem de o günlerdeki gençliği anlatıyor.

Çizgiye ilk adım

Çizgileri ilk olarak zamanının entelektüel katsayıyı yüksek bir gazetesi olan Yeni Devir Gazetesi’nde yayınlanmaya başlamış. İkinci sayfalar genellikle gazetelerde düşünce sayfası olur. Aycın’ın çizgileri de bu sayfalarda yayımlanmış. Sayfanın sağdaki köşesinde İsmet Özel, sol köşesinde Rasim Özdenören… “Ben bir anlamda onlarla başlamış oldum” diyor Aycın. Çizgileri de en az köşe yazıları kadar konuşuluyor. İsmet Özel, henüz tanımadan ondan albüm istiyor, Cahit Zarifoğlu birlikte bir kitap çıkarmayı teklif ediyor… Sadece onlar değil, içlerinde solun da olduğu bir düzineye yakın yayınevi Aycın’dan albüm istiyor. O ise, albüme sıcak bakmıyor, dahası çizgide bir geleceği olup olmayacağını bilmediği için cesaret edemiyor. Kendisinden talepte bulunan camianın çıkarttığı dergilere yetişebildiği kadarıyla çizmeye çalışıyor. Birbirinden farklı pek çok dergide çizgileri yayınlanıyor. Aycın o günler ile iligli, “Her boşluğu doldurmaya çalışıyordum. Enerjim de yetiyordu hamdolsun. Önceleri Mavera Dergisi… Yedi İklim’i arkadaşlarımla birlikte kuruyoruz bir edebiyat dergisi, Yönelişler bir edebiyat dergisi, İslam Dergisi, Kadın ve Aile, hatta Gül Çocuk Birbirlerinden çok farklı şeyler. Bir dönem İngiltere-Londra’ya çizgi veriyorum. Hepsine yetişmeye çalışıyorum. O zamanlar da bizim mahallede ve her yerde şöyle bir şey var: Dergiler yazarlarını birbirlerinden kıskanıyorlar, kardeş dergi de olsa başka yerde görmek istemiyorlar. Ama çizer olmadığı için herkes beni kabul ediyor. Her taraftan teşvik görüyorum. Ben de yetişmeye çalışıyorum” diyor.

Bana hâlâ mektup yazmadılar

O sıralarda Hasan Aycın ile beraber yazar ve akademisyen olarak tanıdığımız Osman Bayraktar da Merinos Fabrikası’nda çalışıyormuş. Bayraktar sık sık Aycın’a baskı yapıyor, “Hasancım, bir karikatür dergisi çıkarsak, sergi açsak” diyormuş. Aycın bilmediğini söylese de Bayraktar ikna olmayarak çizgi istemeye devam ediyormuş. “Karikatür nedir bilmiyorum ama lisede okul gazetesinde ben çiziyordum. Osman da benim her yeri karaladığımı biliyordu herhalde” diyor Aycın. Bayraktar bir gün gelip, “Ben gazeteci arkadaşlarla konuştum. Birkaç tane çizgi istiyorlar. Ona göre sana mektup göndereceklermiş” demiş. Aycın yine çizmiyor ama Bayraktar da peşini bırakmıyor odacılarıyla haber gönderiyor. Bir gün gelen odacı, “Osman Ağabey’in selamı var, bana ne gönderecek diyor” deyince Aycın, tükenmez bir kalemle hayali olarak Bayraktar’ın karikatürünü çizip gönderiyor. “O karikatürden sonra Osman benim yakamı hiç bırakmadı” diye sitem ediyor. Birkaç çizgi yapıp veriyor. Bayraktar’da Yeni Devir Gazetesi’nden irtibatta olduğu arkadaşları, Ahmet Kot, Şakir Kurtulmuş, merhum Ahmet Ozak’a gönderiyor. Aycın’ın gazeteye gönderdiği ilk çizgilerin yayınlanmasını şöyle anlatıyor: “Birgün bir arkadaş çıktı geldi, ‘Gazetede çizmeye başlamışsın’ diye. Dedim onlar bana mektup yazacaklardı? Çizgiler pat pat yayınlanıyor. İlk yayınlanan çizgi 3 Şubat 1978 tarihliydi. O zaman Amerika-Sovyetler Birliği gerginliği vardı. Dünya küresini yuvarlayan iki pislik böceğini çizmiştim. O gün bugündür yayımlanıyor çizgilerim. Ama bana hala mektup yazmadılar. Ben de Ahmet Kot’u gördükçe takılıyorum, ‘Bana hâlâ mektup yazmadınız’ diye… Allah kapıları açıyor, eskilerin tabiriyle ‘Yürü ya kulum’ deyince bize de yürümek kalıyor.”

Fabrikada grafikerlik

Fabrika üç aylık yetiştirme kadrosuna kabul etmiş Aycın’ı. Bu üç ay Aycın’a gelince tam sekiz ay olmuş. Beklemeye devam etmiş ve tam vazgeçeceği anda yine bir nasip belirmiş. Fabrikanın grafikeri fabrikadan ayrılmak istemiş. Yetiştirme kadrosundan herkes denenmiş. Hiçbiri yapamamış. Sıra Aycın’a gelmiş. Grafiker, önce oradaki eşyaları, araç-gereçleri tanıtmış. Sonra bir düzine kadar klasör getirmiş masaya. Bir tane de sırtı yazılı bir klasör göstermiş. Boş olanları ona göre yazması için bir liste verip gitmiş. “Geldiğinde ben oturuyorum. Adam bana bir bozuk attı, ‘Ben sana iş verdim oturuyorsun’ diye. Yaptığımı söyleyince şarırdı. ‘Sen mi yazdın bunları, bir de imam hatip mezunuyum diyorsun, sanat okulu mu okudun?’ diye sordu. ‘İmam hatip mezunuyum’ dedim ama tabelacılıktan falan hiç bahsetmedim. Elimi tuttuğu gibi müdürün yanına götürdü, ‘Ben işi bırakıyorum, Hasan yapacak’ dedi. Ben o gün, öyle grafiker oldum.

Kitabımın ismi İsmet Özel’den

Bocurgat çıkarken, İsmet Özel ile aralarında geçen bir diyaloğu şöyle anlatıyor: “Yayıncısı İsmet Özel’di, kulakları çınlasın. İsmini de o koydu, bir takdim yazısı da yazdı. Ama yazmadan sordu, ‘Sen bir ekol musun?’ ‘O ne abi’ dedim. ‘Yani seni takip edenler var mı?’ diye sordu. ‘Ya abi, ben kimseyi takip etmedim, arkama da bakmadım beni takip eden var mı diye.’ Sağıma soluma, önüme arkama baksaydım ben bu işi yapamazdım. Ben işin hep ‘var mıyım, yok muyum’ noktasında oldum. Belki üzerime vazife aldım, belki istedikleri için aldım.”

“Önce çizdim, sonra yazdım” diyor Aycın. Ama hiçbir işi yapıp da “Bunu nerede yayınlarım?” diye bir kaygısı olmadığının şu sözlerle altını çiziyor: “Benden istenmiş ve ben ilkelerim doğrultusunda yetişmeye çalışmışım. Siz yürüdükçe önünüzde yollar açılıyor. Kendi pratiklerinizi geliştiriyorsunuz. Baktım ki benim okul öncesi günlerinde sağa sola yaptığım karalamalar sonrasında benim yöntemime dönüşmüş. Elimin altına kağıt kalem aldıktan sonra ben notlarımı da çizgiyle almaya başlamışım. Bu notlar benim yazılı notlarımdan çok daha fazla. Görüştüğünüz her yüz konuştuğunuz şeyler, o havuzu hep besliyor. Bakıyorsunuz notlarınıza birleştiriyor çiziyorsunuz.”

Turpun iyisi heybede

Aycın, bir televizyon programında çekimler esnasında Hasan Kaçan ve Raşit Yakalı ile aralarında geçen bir konuşmadan bahsediyor: “Hasan dedi ki, ‘Üstad hâlâ çiziyorsun, nasıl? Ellerin titremiyor mu? Biz bıraktık.’ Titriyor ama hâlâ çiziyordum. Bu konuşmanın hemen arkasından rahatsızlandım. Uzun bir hastalık dönemine girdim. Ramazan Bayramı için taburcu olup memlekete geldiğimde aklımda hep ‘Acaba çizebilecek miyim?’ sorusu vardı. Birkaç gün kendimi zorladım, evet çizebiliyorum. Gazeteye birkaç çizgi gönderdim. En çok da imzamı atarken zorlandım. Biraz daha kendimi toparladıktan sonra baktım hâlâ çizebiliyorum, yazabiliyorum çok şükür.” Masanın üzerinde duran çantasını gösteriyor: “Yanımda bir yarım roman var. Yarım roman o kadar uzun zamandır yarım ki. Ama onu ısrarla bitirmem lazım diyorum” diyor. Sahipkıran “Nam-ı Diğer Hamzaname” ve Bin Hüseyin “Nam-ı Diğer Battalname”den sonra Münteha “Nam-ı Diğer Aşkname” Şöyle ekliyor: “Ben romanlarımı bir yükümlülük olarak hissetim. Çünkü öyle şeyler oluyor ki bu çağda yokmuşuz gibi değerlendiriliyoruz, değerlerimiz biteviye aşındırılıyor ve aşağılanıyor. Buna sessiz ve seyirci kalamayız.”

Son olarak anlatmak isteyip anlatamadığı bir şey olup olmadığını soruyorum Aycın’a. “Çok… Ne anlattık ki daha? Bunu söz olsun diye söylemiyorum. Hep bakıyorum, turpun iyisi heybede, onu bir türlü anlatamıyoruz. Ne kadar anlatırsak anlatalım acziyetimizi keşfediyoruz” diye cevaplıyor. Aycın’ın pek çok isme, konuya, olaya dair ithaf çalışmaları olsa da çizmek isteyip de bir türlü çizemediği, defalarca çizip de beğenemediği daha doğrusu verdiği değere eş bir çizgi tutturamadığı çok isim olmuş. Aliya İzetbegoviç, Mehmet Zahid Kotku, Şeyh Ahmet Yasin bu değerli isimlerden birkaçı. “Bir gün çizer miyim, çizebilir miyim bilmiyorum. Allah biliyor. Ama çizmek istiyorum” diyor. Aycın’ın bugünden sonra uzun soluklu olduğu göze alamadığını söylediği çalışmalar varmış. Bir takım çalışmalarını da tamamlanması gereken daha elzem işlere öncelik vererek yarım bırakıp artık rafa kaldırmış. Aycın, “Bu sırf bana özel bir şey değil” diyerek Rahmetli Mehmet Akif’i örnek veriyor: “Mehmet Akif de peygamberler tarihini bu milletin çocukları için manzum bir eser olarak yazmak istemiş ama olmamış. Hatta Hasan Basri Çantay biraz kendini suçlar bu konuda. Ona meal konusunda çok ısrarcı oldukları için en verimli yıllarını bu işe harcadığını ve sonunda o yıllardaki Türkçe ibadet projelerini duyunca yarım bıraktığını anlatır. Benim de bu bahiste bir sözüm var, ‘Burası dünyadır. Burada işler hep yarım kalır’ diye. Elbette benim işlerim de yarım kalacak. Gücümce, takatimce çabuk olmalıyım.”

Gül yetiştiren bir adam

“Biraz Rasim Bey’in Gül Yetiştiren Adam hikâyesi gibidir dedemin hikâyesi” diyerek anlatıyor dedesini. Osmanlı’nın son dönemleri, kargaşanın arttığı yıllar. Dedesi de Balkan Harbi sırasında Bulgar komitacılar tarafından cepheye götürülüyor. Müslümanlar, komitacıların arasına dağıtılarak geri hizmetlere veriliyor. O dönemin şartları, kime karşı savaştıklarını bilmiyorlar. Savaşın ilk günü, akşam oluyor, savaş duruyor. İki taraf da karşılıklı ertesi güne hazırlıklarına başıyorlar. Tam o anda dedesi düşman taburlarından yatsı ezanı sesini duyuyor. “Bre kafir, bizi Müslümana karşı savaştırımış!” diyip cephesinden fırlıyor. Dedesi o günleri anlatırken, “Asıl savaş gece başladı” dermiş. Kurşun yağmurunun içinde karanlığa doğru kaçmış. Onun gibi ezanı duyan, karşı cepheye koşmuş. Kaçakların arkasından da Bulgarlar kurşun yağdırmışlar. Silah sesleri kesilinceye kadar kaçmış, takati kesilince düşmüş kalmış. Serçe parmağında bir sızı hissetmiş, bir bakmış ucu yok. Demiş ki “Parmacığım, parmacığım… Sen şehit olmuşsun!”

Balkan Harbi’nden belki 15 yıl sonra, artık oralar başka, buralar başka bir diyar olmuş. Balıkesir’de çoluk çocuğa karışmış. İlk fırsatını bulduğunda yaya bir şekilde tekrar gitmiş. Ailesinden yalnızca annesini bulmuş. Ne kardeşleri, ne babası ne akrabası… Nineleri tek başına kalmış ve dedesi anlatırken “Anam, yer gibi, gök gibi duruyordu” demiş. Dedem kendisini ölü zanneden annesine olanları anlatmış. “Balıkesir diye bir yer var bizim Hasköy gibi orada yaşıyorum. Evlendim, çocuklarım var. Seni götüreceğim” demiş. Kadıncağızın ilk sorusu, “Orada da kafir var mı oğul?” olmuş. Yaşlı anasını sırtında köye kadar getirmiş.

Latince bilir, okur yazar ama kullanmazmış dedesi. Notlarını Osmanlıca alır, mektuplarını Osmanlıca yazarmış. “Bir dünyası vardı onu miras bıraktı bize. Kitaplarının bir kısmı nasipmiş bana kaldı” diyor Aycın.

Binlerce lanetle oynadım: Altan Erkekli yasakçılara isyan etti