Edebiyat sevgisi çocukken yeşeriyor

Okumaya, yazmaya nasıl başladınız, yani edebiyata olan sevginiz nasıl ortaya çıktı? 15 genç yazara bu soruyu sorduk. Birbirinden farklı yanıtların hepsi edebiyat sevgisinin çocukluk yaşlarında yeşerdiğini gösteriyor.

Merve Akbaş Yeni Şafak
Arşiv

İlkokulda sınıfımda okumaya en geç geçen öğrenci ben olmuştum. Bu nedenle konuyu inat haline getirip, çok kitap okumaya, okumamı hızlandırmak için fazladan çaba sarf etmeye başladım. Dördüncü sınıfta müfredatımıza kompozisyon dersi de eklendi. İlk kez yazarak kendimi ve dertlerimi anlatabileceğimi bu derste öğrendim. Sonra bitlenen, bu nedenle öğretmen tarafından en arka sırada oturmaya mahkûm edilen, tüm öğrencilerin aşağılamalarına maruz kalan arkadaşım hakkında bir kompozisyon yazıp, kendi halinde bir toplumsal bir olaya neden olunca yazdıklarımın okunduğunda kitleleri nasıl etkilediğini de deneyimlemiş oldum. O günden sonra herhalde yazmadığım veya okumadığım tek bir gün geçirmedim. Bunları hatırlamama nedenim Yeni Şafak Kitap eki olarak genç yazarlara şu soruyu sormamız: Size okumayı, yazmayı, edebiyatı sevdiren yazar, kitap veya olay neydi? İlk kitaplarını daha önce okurla buluşturan genç yazarlardan İlker Aslan, Merve Çakır, Uğurcan Güler, Abdullah Yalın Karadağ, Elif Hümeyra Aydın, İbrahim Halil Çelik, Yasin Taçar, Hasan Özpolat, Merve Uygun, M. Fatih Kutlubay, Kürşat Çelik, Yasin Onat, Abdulhâlik Aker, Mustafa Aplak, Evren Uzar’dan yanıtlar aldık. Evinde okunan masallardan etkilenen de var, babasından harçlık kapmak için okuyan, annesinin duasıyla, bir kitap veya öyküyle aniden edebiyata yönelen de Şurası şüphesiz ki, herkesin macerası başka ve biricik olsa da huzur buldukları, mutlu oldukları, ürettikleri alan edebiyat olmuş. Üstelik hepsinin kitapla, okumakla ve okunanı dinlemekle çocuklukta özel bağlar geliştirdiğini de söyleyebiliriz. Şimdi gençlikle anılan bu ayda gelin genç edebiyatçıların yazı dünyasına nasıl merak saldığına beraber bakalım:

İlker Aslan

Bir varoluş meselesine dönüştürdüm

Bunun aslında tek ve net bir cevabı var mı emin değilim. Şu yazar veya şu kitap sevdirdi şeklinde doğrudan bir cevap veremem galiba. Ama kitaplarla ilişkim, bu ilişkiyi kuran pek çok kişi gibi, çocukluğumda başlamıştır. Çok kitap okunan bir evde büyümedim. Rahmetli babam çok okurmuş ama onunla da ortak bir hayat sürme imkânımız olmadı. Dedem gazete okurdu. Anneminse ta lise yıllarından kalma şiir defterleri var, hâlâ dururlar. Hakeza babamın da gençliğinde yazdığı şiirler durur. Nitelikleri tartışılır tabii, o ayrı. Çok okunmasa da kitaba, okumaya saygı duyan ve bu konuda sürekli kardeşimi ve beni teşvik eden bir ailede büyüdüm. Küçük yaşlardan itibaren, resimli kitaplarla başladı kitapla ilişkim. Sonrasında resimsiz kitaplara geçince, satırlar ilerledikçe zihnimde beliren resimler sayesinde hayal dünyamın zenginleştiğini belirgin biçimde hissetmiştim, net hatırlıyorum o duyguyu hala. Bir de çocuk dergileri alırdım her ay. Büyüdükçe dergi alışkanlığım sürdü, içeriği değişerek. Kitap zaten her zaman hayatımın bir parçası oldu. Ama sanırım, okuma ve özellikle de yazma konusunda beni esas şekillendiren dönem lise yıllarım oldu. Lisedeki edebiyat hocam Hasan Öztürk (ki kendisi yazma konusunda çok üretkendir, pek çok kitabı var ve hâlâ “Mavi Yeşil” dergisinin yayın hazırlığını sürdürüyor) hem klasikleri okuma ve ufkumu felsefeyle, siyasetle, sanatla zenginleştirme noktasında bana yön verdi; hem de yazmam için teşvik edici oldu. Liseye başladığım yıl ilk kez yazdığım bir şey okul dergisinde yayımlandı. Bu beni hem çok heyecanlandırmış hem de motive etmişti. Demek ki yapabiliyorum diye düşündüm. Sonrasında yazmak için hep çabaladım. Sanki bunu bir varoluş meselesine dönüştürdüm. Bir çeşit kendini ifade etme biçimi Önceleri basit, deneme tarzında kısa metinler; zamanla daha uzun yazılar ve üniversite yıllarımla birlikte de kurgu metinler, özellikle de öykü türünde yazmaya çabaladım. Bunun dışında başta da dediğim gibi falanca yazar, filanca kitap üzerimde etkili oldu gibi bir şey söyleyebilir miyim emin değilim. Şimdi bile düşününce aklıma tak diye bir isim veya metin gelmediğine göre, bunun belirgin bir cevabı yoktur sanırım. Bütün olarak kitaplarla kurduğum ilişki beni hem daha çok okumaya hem de bir süre sonra yazmaya itti diyebilirim.

Uğurcan Güler

Okumak yerine göre amaç yerine göre de araç

İlk ciddi okuduğum şiir kitabı ortaokulun son yılında tarihe ilgimden dolayı bir kitap fuarında edindiğim Nâzım Hikmet’in “Kuva-yı Millîye Destanı”ydı. Güzel bir eser okuduğumun farkındaydım; ama bu kitap beni yazmaya ya da başka bir şiir kitabı okumaya sevk etmemişti. Fakat liseye gidene kadar sadece ismen duyduğum Necip Fazıl’la on beş yaşında “Kaldırımlar” şiiriyle tanıştığımda, fırıncı çırağı Gorki kadar olmasa bile Üstat’ın: “Bana düşmez can vermek yumuşak bir kucakta, / Ben bu kaldırımların emzirdiği çocuğum. / Aman, sabah olmasın bu karanlık sokakta, / Bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum.” dizeleri, beni öylesine çok etkilemişti ki bir vakit sonra tek başıma yürüdüğüm sokaklarda kendimi, bu şiiri okurken bulur olmuştum. Zaten şiirle uğraşmaya o dönem başladım diyebilirim. Necip Fazıl’ın ardından bugün “yedi güzel adam” dediğimiz şairleri okudum. O dönem heyecanla savunduğum görüşlerimi, benimle aynı düşüncede olan bir yazar ve şairden okumak hoşuma gidiyordu. Bende okuma isteği, “şiirden-şaire” değil de “şairden-şiire” doğru giderek oluştu. Şairlerin şiirlerinin ardında kalan dünyası ile âdeta dillere pelesenk olmuş şiirlerinin hikâyeleri, beni şiir okumaya yönlendiriyordu. Benim için bu durum diğer yazın türleri için de geçerliydi elbet. Kısa bir zaman sonra anlamıştım ki gerçek bir entelektüel olmak için sadece şiir okumak yetmiyordu. Önceleri okuduğum kitaplarda eseri değil; şairi ya da yazarı bulmayı tercih ediyordum. Örneğin ilk Necip Fazıl’ın, Sezai Karakoç’un, Nuri Pakdil’in, Nâzım Hikmet’in, Hüseyin Nihal Atsız’ın, Attilâ İlhan’ın düşüncelerini öğreniyor, sonrasında kitaplarında onları arıyordum. Düşüncelerinden dolayı çok acılar çektiğini, hapishanelere düştüğünü öğrendiğim Ahmet Arif’i, bir de şiirlerini okuyarak kendisinden dinlemek istiyordum. Dünya görüşünü bildiğim hâlde eserlerine bunu yansıtmayan ya da kendi görüşlerine zıt sözler söyleyen yazar ve şairlere de içten içe kızıyordum.

Dergi takip etmeye başladıktan sonra ise güncel edebiyatla yeni yazarlarla karşılaştım. Hâlâ güncel eserlerle bugün için “klasikleşmiş” dediğimiz dünyaca ünlü eserleri okumaya gayret ediyorum. Mesleğim gereği de okumalar yapıyorum. Kitap okumak benim için yerine göre amaç yerine göre de araç diyebilirim.

Elif Hümeyra Aydın

Sayfalarının dokusu, kokusu dün gibi aklımda

Bu soru bana gelir gelmez henüz okuma yazma öğrenmeden evvel annemle birlikte yaptığımız okuma saatlerini hatırladım. Çocukluğuma dair en tatlı anıları da hep bu öğle sonralarında buluyorum. Anne ve çocuğun yalnız onlara ait gün içinde o bir saatciği. O öğle sonraları bana yalnızca kitapları değil, o saatlerle birlikte gelen başka bir sürü şeyi de sevdirmiştir. Mesela sesli kitaptan matbuya göre daha fazla keyif alırım, annemin dizine yatarken kulağıma batarak kendini belli eden o yaşın takıntısı sallanan küpeler hala daha en sevdiğim aksesuardır ve hala saçım biraz karıştırıldığında pamuk gibi olurum. Sonrasında tabii ben okumayı söktüm ve bu şey maalesef o birkaç senelik rutinimizin sonunu getirdi. Artık kendim okuyup anlayabiliyor olmam gerekiyordu. Ne kadar duygu sömürüsü yapsam da devamlılık sağlayamadım ve onun yerini biraz teselli olur diye yeni bir rutin aldı, iki üç haftada bir yapılan Beyazıt Sahafçılar gezilerimiz. O sahaflardan aldığım ilk kitap, ona dokunuşum, sayfalarının dokusu, kokusu dün gibi aklımda, Jack London’dan Beyaz Diş.

Merve Çakır

Okumak benim için “farklı” bir şey olmadı

Kitap okunan, kütüphanesi olan bir eve doğdum. Küçüklüğüme dair hatırladığım en net şeylerin arasında annemin okuduğu kitapların adları ve babamın çiçekli, kareli defterleri, kalemleri var. Hâl böyle olunca kitap okumak benim için “farklı” bir şey olmadı hiç. Okula gitmeden evvel annem babam bana okuyordu, sonra kendim okumaya başladım. Bu kadar çok insanın bu kadar çok şey yazması bana inanılmaz geliyordu. Bunun nasıl mümkün olabildiğini düşündüğümü hatırlıyorum ilkokula giderken. Sonra ben de denemek istiyorum, dedim kendi kendime. Babamın hediye ettiği defterlerden birine bir şeyler karalamaya başladım. Zaman içinde pek çok kez yazmaktan vazgeçsem de ilgim ve merakım aslında hiç azalmadı, benimle büyüdü. Birlikte bugünlere geldik.

Abdullah Yalın Karadağ

Okumak ve düşünmek gerekiyordu

Hiçbir düşünce her şeyi açıklayıp, her şeye çare bulacak değildi elbet, her şeyi anlamak zorunda da değildik. Sadece okumak ve düşünmek gerekiyordu. Bununla birlikte insana da veda etmeye başlamıştım bu yüzden yazmayı seçtim. İnsan ya ölür ya yaşar. Şiir yüksek gerilim hattıdır, zor zamanlara denk düşer. İnsan şiiri için yaşar mı evet yaşar.

İbrahim Halil Çelik

Anlatmak, biraz da yaşamı anlamaya çalışmaktır

Bu, çocukluğumdaki günlere dayanır. Köyde elektrikler sık sık kesilir, günlerce gelmezdi. Televizyon böylece hayatımıza çok müdahil olamazdı. Radyo desen zaten hiçbir evde yoktu. Hâl böyle olunca o kara gecelerde masallarla dolardı evimizin içi. Kürtçe anlatılan bu masallar beni etkiler, hayatımın bazı dönemlerinde kılavuzum olurken bazı zamanlarında ise beni ürpertirdi. Zamanla bu masalları anlatma isteği oluştu bende. İlk tohum böyle ekildi içime. İkincisi ise babamın olaylara bakış açısında sürekli benzetmeler yapması ve kıssalar anlatarak olay veya durumlara yorum yapmasıydı. Bu, bende anlatma isteği uyandırırken bir yandan okuma isteği oluşturdu. Anlatmak, biraz da yaşamı anlamaya çalışmaktır bana göre. Uğraşımız bunun için.

Merve Uygun

Buzzati, Marquez, Tomris Uyar

Alejandro Zambra’da okumuştum. “Okumak istediğimizi okuyabilmek için yazarız.” diyordu ve ardından ekliyordu, “fakat zamanımızın büyük bir kısmını başkalarını okuyarak geçiririz.” Sanırım tam olarak bu. Benim kişisel tarihimde ya da dünyaya bakışımda önemli olan meseleleri yazıya aktarmak ve onları okuyabilmek için yazmaya başladım. Kendi insanlarım, eylemleri ve düşünceleri ile anlam kazanan bir kurmaca. Edebiyat ile farklı disiplinler arası bağlantı kurduğum, heybemde topladıklarımı aktardığım bir eleştiri metni. Ve elbette bu okuya okuya oldu. Okumaya ne zaman ve nasıl başladım hatırlamıyorum. Ama bir aralık hidayet romanlarından bile yolum geçti. Okur olarak serüvenimi kendim oluşturdum, düşe kalka. Ama vazgeçmeden. Listelere de mesafeli oldum. Öneri aldım elbette, usta kalemleri öğrendim ama hep iz sürdüm. Böyle böyle okumayı daha da sevdim. Yazmaya da başlayınca merkezde hep edebiyat oldu. İyi metinlerin karşısında doğadayken hissettiğim gibi hissediyorum. Güzellik değil salt, yücelik duygusu bu. Yüce ama aynı zamanda güzel de. Büyüleniyorsun. Eserlerini okurken bu şekilde hissettiğim birçok büyük yazar var. Ama enlerden bahsedeceksem Dino Buzzati ve Gabriel Garcia Marquez derim. Bir de Tomris Uyar. Uzun zamandır her gece uyumadan bir Buzzati öyküsü okuma ritüelim var. Hemen uyku öncesi. Yeni bir öykü filizlenirken de Tomris ve Marquez’in birer öyküsünü art arda okumalıyım. Yazarken onlarla rezone olmak istiyorum çünkü. O frekansa girebilmek. Bu yüzden saydığım bu üç isim de bana edebiyatı her kezinde daha çok sevdirmiştir diyebilirim.

M. Fatih Kutlubay

Fıtratımdan kaynaklanıyor

Okuma yazmaya olan sevgimin büyük ölçüde fıtratımdan kaynaklandığını düşünürüm. Zaten var olan bir istek yani. Kreşe giderken, ilkokula giden ve okuyup yazabilen ağabeyimi kıskandığımı söylüyor annem. Bunun çocukça bir tarafı olduğunu kabul etmekle birlikte metinden alınan bilgiye dair bir istek duyduğuma dair bir işaret olduğunu kabul ediyorum. İlkokula başlayıp okumayla temas kurar kurmaz da öğretmenimizin sınıf içinde oluşturduğu küçük kütüphaneye dadanmıştım mesela. Dönem başlarken sınıftaki her öğrenciden birer kitap getirmesini isterdi öğretmenimiz. Sınıf mevcudumuzun altmış kişiye yakın olduğunu hesaba katarsak devlet okulundaki bir sınıfa göre zengin bir kütüphanede tanıştım kitaplarla. Ayda, bir kitap okumanın zorunlu olduğu bir sistem kurmuştu öğretmenimiz. Ben ise aynı ay içerisinde iki üç defa kitap almaya gidince önce şaşırmış sonra da alışıp kendisi sormaya başlamıştı okuduğum kitapların akıbetini. O dönem bir çocuk kitabı serisi alınmıştı sınıfa. Şu an içinde güvercine dönüşen bir şehzadenin hikâyesi dışında bir şey hatırlamadığım bir seri. Ne yazarlarını ne yayınevini Hiçbir şey hatırlamıyorum. Kapak tasarımı gözümün önünde sadece. Bir de bende bıraktığı iştah. Saman kağıdı kokusu. Siz okumaya dair bir geçmiş sorunca bende oluşan görüntü böyle

Hasan Özpolat

Bu huzursuzluktan gayet memnunum

Bana yazmayı ya da okumayı sevdiren bir akıl hocam etrafımda olmadı. Bu süreci kendim keşfettim. İlkokuldan itibaren kitaplar okumaya başladım. Yaş ilerledikçe daha yetkin, daha karmaşık eserlere kendimi kaptırıverdim. Fakat Ahmet Arif, Yaşar Kemal ve Dostoyevski benim için farklı konuma sahip olan üç büyük ustadır. Bana edebiyatı sevdiren kişiler onlardır. Cemal Süreya bir röportajında “1944 yılında Dostoyevski okudum. O gün bugündür huzurum yoktur” der. Bu yazarlar ve şairlerle tanışmak da beni huzursuz etti ve şu ana kadar da bu huzursuzluktan gayet memnunum. Yazma sürecim ilk etapta amatör şarkılarla başladı. Tabi lise yıllarında şiire merak sarmam yeteneğimi keşfetmemi sağladı. Üniversite yıllarında da şiirlerimi yazmaya devam ettim. Bu yüzden yazma sürecimin şiirle başladığını söylersem hata etmiş olmam. Şiir yazmaya devam etmemi sağlayan ve beni bu anlamda yüreklendiren, bana yol gösterici olan ise üniversite hocam Mehmet Sümer’di. Kendisi de bir şairdi ve şiire devam etmeme katkı sağladı. Tabi bunun yanında insan yaşamındaki olaylar da insanın yazmasına sebep olabilir. Bu olayların illaki çok önemli olması gerekmiyor. Bazen bir yaprağın kıpırdayışı bile bir yazar veya şair için yazmak adına başlı başına bir sebeptir.

Evren Uzar

Pamuk’tan önce Sait Faik

“Ne dersin, sevgilim. Beyazıt Havuzu kışın donar mı? Murtaza Çavuş’la karısı Hacer Ana’ya ben donar, dedim” Okuma, yazma değil de edebiyat denilince aklıma tuhaftır ki Orhan Pamuk’tan önce Sait Faik geliyor nedense. Sanırım edebiyata olan tutkum lise birdeyken başladı. Bunu net olarak ifade edebiliyorum, evet lise bir. Hikâye, roman, şiir, anlatı artık ne kadar tür varsa o günden sonra diğer bütün şeylerden ayrıldı zihnimde. Mesela Sait Faik’in Havuz Başı adlı öyküsünü hiç unutamıyorum. Kendimi o öyküde okuyor gibi oluyorum kimi zaman. Bana göre beklenilen bir öyküdür o. Daha doğrusu şöyle de ifade edebilirim, bekleten. Hayat akıp gider, insanlar gelip geçer, banklar dolar ve boşalır o öyküde. Ama biri vardır orada, yerinde öylece duran biri. Hayata iç geçiren, hayata gecikmeli bakan biri. Bütün olay aslında anlatımın gücündedir o öyküde ve diğer bütün öykülerde. Anlatma ustalığı. Beni en çok hayrete düşüren bu kısım. Hayret etmelerim edebiyatla her geçen gün daha da artıyor. Şaşmak o kadar da kötü bir durum değil bence edebi metinleri okurken. Bütün olay bir kitabı tek solukta bitirmemle başladı galiba.

Kürşat Çelik

Hayal edilmiş, planlanmış, çalışılmış bir şey değildi

Okumayı daha genelde edebiyatı sevmem bir yazar veya bir kitapla değil de çok iyi bir okur olan ve mahallemize sonradan taşınan gizemli bir adam vesilesiyle oldu. Sokağın yukarısından aşağıya doğru hemen hemen her gün elinde poşet poşet kitapla geçen bir adam. Ve mahallede yayılan “çok bilgili, her şeye bir cevabı var, neler neler anlatıyor” cümleleri. Hakikaten de öyleydi zamanla kurduğumuz muhabbet ortamlarında lise çağında bir genç olan benim her soruma cevap verir bir de üzerine onlarca şey anlatırdı. Bir yıla yakın süren bu konuşmalar ve çok bilgi canıma tak etmiş olacak ki gidip kapısına dayanmıştım bana okumam için bir kitap ver, ben de okumak istiyorum, ben de her şeyi bilmek istiyorum diye. Ondan sonra olaylar gelişti ve bugün bu soruya cevap veriyor oldum. Yazmak ise benim için hayal edilmiş, planlanmış, çalışılmış bir şey değildi. Mustafa Kutlu, Dergâh dergisinde veda yazısı yayınlamıştı. Son cümlesine kadar okudum. Okumayı bitirdiğimde o kadar çok üzülmüştüm ki elime bir defter alıp uzun zamandır aklımda birkaç cümleyle duran “bir şeyi” Hiçbir Şey Bilmiyorum adıyla birkaç sayfalık bir metin hâline getirdim. Sonrası Kara Hikâye’ye kadar sürdü

Abdulhâlik Aker

Tutkum anne duasının bir sonucu

Dönemin kısıtlı sağlık imkânları nedeniyle olsa gerek annem doğurduğu çocukların yarısını küçük yaşta toprağa vermiş. Bana gebe iken; Allah’ım bu karnımdaki çocuk sağ kalır, gözü görür ve kulağı da duyarsa şayet senin rızan için okutacağım, diye dua etmiş. Okul çağına gelince hiç kimsenin git demesine fırsat dahi vermeden kendi isteğimle okula ve camide Kur’an-ı Kerim öğrenmeye gittim. Daha on üç yaşımdayken Konya’da okumak için Diyarbakır’dan ve annemden ayrıldım. Yıllarca medreselerde Arapça eğitimi aldım. Okul tahsilim ise doktora düzeyinde hâlâ devam ediyor. Gerek müfredat kapsamındaki okumalarım gerekse bunların dışında gelişen okumaya, edebiyata, şiire olan dinmek bilmeyen tutkum hep bu duanın bir sonucu sanırım. Şüphesiz şairlik ve yazarlık okuma sonucunda ortaya çıkan bir uğraş ve okumanın bir parçasıdır bunlar. Bu düşünceyle geriye dönüp baktığımda hayatta üstesinden gelebildiğim, elime yüzüme bulaştırmadan altından kalkabildiğim, kısacası yapabildiğim tek işin de okumak olduğunu görüyorum. Açıkçası bu durum bazen beni üzse de genelde mutluyum ve bu hâlimle de barışığım. Okumaktan tamamen bağımsız bir şekilde, bir nesne olarak, kendimi bildim bileli kitaplara muazzam bir muhabbetim var. Aslında neredeyse tüm kırtasiye malzemelerine büyük bir sevgi beslediğim söylenebilir. Bana okumayı sevdiren kitap olduğunu söyleyemem belki ama Konya’da okuyan Diyarbakırlı bir çocuk olarak ilk etkisinde kaldığım kitap Reşat Nuri Güntekin’in Acımak romanı olmuştu. Henüz altıncı sınıftayken okuduğum bu romanın bir kısmının Konya ve Diyarbakır’da geçmesi nedensiz bir şekilde etkilemişti beni. Aynı yıllarda Necip Fazıl’ın kendi sesinden şiirlerini dinlemem ve bir ders kitabında Cahit Sıtkı’nın “Desem ki” şiirini okumam da şiire karşı ortalamanın üstünde bir sevgi beslememe neden olmuştu. Elbette bu anlattıklarımın hiçbiri bana “Şair olacağım.” dedirtecek düzeyde kesin bir etki etmedi. Fakat mesela şiirde tutturduğum yolda sözünü ettiğim şairlerin ayak izlerinin olmasını geriye dönüp baktığımda bu anılar sayesinde anlamlandırabiliyorum.

Yasin Taçar

Edebiyatın kapısını Tuğcu açtı

Çocukken “Küçük Besleme” adında bir dizi vardı, annemler izlerdi. Ben anlamazdım. Laf arasında Kemalettin Tuğcu kitabı dediler, merak etmiştim. Babama söylemiştim. Birkaç kitabını almıştı. Çok etkilendiğimi hatırlıyorum. Hâlâ içim ürperir. Gece okurdum, ağlayarak uyurdum. Edebiyatın kapısını bana küçük bir çocukken Kemalettin Tuğcu açtı. Geçen sene hanımla elli tane kitabını satın aldık, dizdik bir rafa hâlâ okuruz beraber bazen.

Yasin Onat

Yazmak; eskimesini istemediğim tanışıklıklara kapı aralamak

Yazmak için okumanın o engin kapısından içeri girmek gerektiğini fark ettiğimde heybemde hislerim ve tanımakla mesrur olduğum bazı isimler vardı. Bu isimlerden kimisi hayatta kimisi ise ahirete göç eylemişlerdi. Okumanın tanımak ve hatta tanışmak olduğunu bu temrinlerde daha iyi anladım. Benim için yazmak; eskimesini istemediğim tanışıklıklara kapı aralamaktı. Çünkü insan, yükünü hususi muhabbetle ve hoş sada ile hafifletmek ister. Zira okuduğum her kitapta yeni bir arkadaş ve tarifsiz bir zamanı kaydediyordum belleğime. Bu sebeple tek bir isimden bahsetmem mümkün değil. Her yeni yazma teşebbüsümde, selam verip uğradığım ve andığım o isimler; Ahmet Hamdi Tanpınar, Cahit Zarifoğlu, Sezai Karakoç, İsmet Özel, Mevlana İdris, İbrahim Tenekeci, Asım Gültekin, Gökhan Özcan, İsmail Kılıçarslan, Hüseyin Akın ilk aklıma gelenler. Okumayı sevdiren kitaplardan ilk aklıma gelenler ise “Su Üstüne Yazı Yazmak” ve “Amâk-ı Hayâl” diyebilirim.

Mustafa Aplay

Takdir görmek beni motive etti

l11 yaşındaydım sanırım. Babam harçlığımı okuduğum kitap sayfa sayısına endeksledi. Kitap okuyarak para kazanıyordum yani. En başta çok da keyif almıyordum ama sonra sonra sevmeye başladım. Keyif alarak okuduğum ilk kitap “Güney Arısı” diye bir kitaptı. Adını unutmadım, kasten de tekrar okumuyorum. Belli bir günden sonra harçlık işi bitti ama ben okumaya devam ettim. Daha sonra da kazandığımın katbekat fazlasını kitaplara harcadım. Yazmayı sevdiren olaysa yazdıklarımın edebi anlamdaki bir karşılık bulmasıydı. Takdir görmek, bir şeyleri yapabildiğini düşünmek, ve ileride daha da güçlü, sahici karşılıklar bulacağımı ummak beni motive etti hep. Hala da bu coşkuyu koruyorum.