“Hay Hak!” nidasının peşinde bir sinema

Yâr Bana Bir Eğlence/Teoriden Pratiğe Karagöz’den Sinemaya adlı kitabında Murat Pay, topraklarımızda ortaya çıkan Karagöz oyununun sinemanın öncesi olup olup olmayacağını sorguluyor.

Arşiv.

Rabia Bulut

Gelenek ile kurduğumuz ilişki çeşitlidir. Onunla yakın ilişkide olduğumuz alanlar, davranışlar, bakış açılarıda vardır. Uzak kaldığımız, anlayamadığımız noktalarda vardır. Sinematik köşesinde ayda bir sinema kitaplarını ele alıyoruz. Sinema sanatının modern bir sanat olduğunu biliyoruz. Bu ayın konuğu Yâr Bana Bir Eğlence/Teoriden Pratiğe Karagöz’den Sinemaya kitabında Murat Pay’da sinema sanatının öncesinin, topraklarımızda ortaya çıkan Karagöz oyunun olup olmayacağını ele alıyor. Başlarken kısmında kitabın oluşum sürecindeki arka planını anlatıyor. Bir yönetmen olarak, sinemayla ilgili teorik ve pratik bir üretim içerisinde olurken kafasına takılan soruların onu getirdiği yeri belirtiyor. Kitap, kişisel merakın getirdiği sorulardan genel bir noktaya varmanın sonucunda ortaya çıkıyor bir nevi. Karagöz oyununa dair genel bildiklerimiz Karagöz ve Hacivat’ın karşılıklı atışmalarıyla oynanan bir gölge oyunu olduğudur. Yanlış anlaşılmalar ve zıtlıklar ana güldürü unsurudur. Günümüzde bir nostalji unsuru olarak yer bulur. Pay ilk kısımda bu noktaya değinerek aradığı şeyin ne olduğunu: “Karagöz nasıl diriltilir, yaşatılır? gibi bir sorunun izini sürmek yerine gelenekli bir sanat olan Karagöz’ün anlam krokisi üzerinden oyunun, günümüz sanat formlarına nasıl bir fikri miras bıraktığı tartışmaya açılmalıdır. Hatta bir adım öteye gidilerek Karagöz’ün özgün bir film dili hususunda ilham verip vermeyeceği ve seyir sanatı özelliği itibarıyla bu toprakların sinemaya hiç de yabancı olmadığı üzerinde durulmalıdır.” diyerek anlatıyor. İçimize kurdu düşürüyor. Kitabın geri kalanında da bu sorunun bir cevabı olup olmadığının peşinde oluyoruz. Peşine düştüğümüz cevaba giden yolda ilk olarak Karagöz’ün tarihçesini, ortaya çıkışına dair çeşitli rivayetleri anlatıyor. Oyuna Karagöz isminin verilmesi ilk olarak Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde geçtiğini söylüyor.

TASAVVUF VE KARAGÖZ

Karagöz’ün Dünyası başlıklı ilk bölümde, oyunun teknik yapısı, Karagöz ve Hacivat’ın özellikleri, onlara eşlik eden tipler, gölgenin göründüğü perdenin varlığı ele alınıyor. Adım adım Karagöz oyunu gülmenin merkezde olduğu bir anlayıştan tasavvufi ögeler içeren bir içeriği olduğu noktasına geliniyor. Gelinen bu nokta okuyucuyu şaşırtıyor. Pay cevaba giden yolu aydınlatmayı başarıyor. “Karagöz basit bir oyundur.” diyerek basitliğin içerisindeki anlatım gücünü belirtiyor. O basitlik aslında görünenin ötesinde bir anlam inşa ediyor. “Neşeli görünen bir anlatının içine varoluşsal bağlam ustaca sızdırılır.” diyerek inşanın durumunu belirtiyor. Perde gazelleri, kullanılan dil, gölge, perde ve ayna, tipler ve doğaçlamalar şeklinde sıralanan noktalar oyunun gerçekle kurduğu ilişkinin temelleridir. Tasavvufla bağlantısı da bu noktada devreye giriyor. Bu “basit” oyunda kullanılan ifadelerle, karakterlerin oyunun içinde olduklarını belirtmeleriyle, gölgenin perde üzerinde ışıkla hareketlendirmesiyle izleyici gerçekliğe dair her daim uyanık oluyor. Oynananla ve gerçek olan arasındaki farkı biliyor. Hikâyenin içerisinde yer alıyor. Gördüğünün ötesine gitme ya da gitmeme kararı ona ait oluyor. “Seyirci bakma serüveninde bir an olsun yalnız bırakılmaz ama görme kısmına gelindiğinde seyircinin, yolu tek başına yürümesi istenir.” Bakma ve görme arasındaki ayrımda gerçekliğin durumuyla ilgilidir. Peki bu noktada Karagöz ve sinema arasında nasıl bir ilişki vardır? Cevaba yakınlaştık mı yoksa uzaklaştık mı? Soruların devreye girdiği noktada Karagöz ve Sinema başlıklı ikinci bölüm devreye giriyor. Şunu da belirtmekte fayda var. Pay bize cevaplara dair bir yol sunuyor. Ama illa ki cevap bu ya da bunlar şeklinde de bir tavrı bulunmuyor. Arayışına bizi ortak ediyor diyebiliriz. Bu arayışta mahremiyet ve sinema ilişkisi de devreye giriyor. Yukarıda belirttiğimiz bakmak ve görmek konumlanması da mahremiyetin korunup korunmamasıyla ilgili oluyor. Tren’in Gara Girişi’nin ilk gösterildiğinde seyirciler trenin gerçekten perdeden onlara doğru hareket ettiğini düşünmüşlerdi. Bu gerçekliğin algılanmasıyla ilgili bir yol açtı. Sinemacılar bunu sinema sanatının ilerleyişinde adım adım kullandılar. Karagöz’de hareket gölgeyle, sinemada hareket gerçekle ilişkilendirilir. Bu noktada Karagöz ve sinema hareketi farklı konumlandırmalarıyla ayrı yönlerine giderler. Sinema bir gerçeği sunar. O gerçeğe inandırmaya, ikna etmeye açlışır. Bunu başardığı noktada iyi bir film olur. Mış gibiyi bir noktada gerçek olarak sunar. Karagöz’de ise seyirci oyunun her daim farkındadır. O oyuna inanması gerekmez. Görmesi ve anlaması gerekir. Karagöz ve sinema arasındaki farklılıklar, oyun ve hikâye, tip ve karakter şeklinde sıralanabilir. Gerçeği örtmekle ve ortaya koymakla ilgili farklılıklarıyla Karagöz ve sinema birbirleriyle bir ilişki içerisindedirler. Pay, bu ilişkiyi “Teoriden pratiğe Karagöz’den sinemaya” diyerek belirtiyor. Giriş kısmında bahsettiğim gelenekle ilişkimiz kısmına dair Pay: “İz sürmek izlerin varlığını ilân ettiği gibi izleri takip edebilme becerisini de gerektirir. İz sürmeyi bilmediğinizde iz ortadan kalkmadığı gibi izle bağ kurabilmek için yeni bir eylem biçimine, farklı bir yetiye ihtiyaç duyduğunuz da açığa çıkar. Bugün geleneğin bıraktığı ize dair hiç kimse şüphe duymuyor fakat izi takip konusunda çokça soru ve müphemiyet ortalıkta geziniyor. Aramak, arayış hâlinde olmak bu noktada pekâla manalı bir eylem gibi görünebilir” diyor. Geleneğin izini modern araçların kullanımıyla bir anlatım olarak sunabilir miyiz diyor belkide. Karagöz’ün “Hay Hak!” diyerek bıraktığı nidasının kendi filmografisindeki yansımasına geçiyor.

FİLMDE KURULAN DÜNYA VE GERÇEKLİK

Belgesel türünde Mâşuk’un Nefesi (2014); kurmaca türünde Mirâciyye: Saklı Miras (2017), Dilsiz (2019) ve Hep Otuz Üç Yaşında (2022) filmleriyle Pay, kitap boyunca sorduğu soruların cevaplarına dair düşüncelerini, filmleri üzerinden paylaşıyor. Teori kısmındaki netliğin, açıklığın, belirginliğin pratik kısmında öyle olmadığını söylüyor. Her filmindeki kurulan dünyanın, anlatılan hikâyenin kendi gerçekliğini nasıl ortaya koyduğundan bahsediyor. Teoriden pratiğe diyerek aslında genelden özele giderek yönetmenlik koltuğunda otururken, bir insan olarak hemhâl olduğu soruları anlatıyor. Bir sinema kitabı olarak başladığımız okuma bir nevi manen bir sorgulamaya itiyor. “Hay Hak!” nidasının kendi hayatımızdaki yansımalarını düşündürüyor.

HAYAT
Uykusundan uyandırıp şiirlerimi okuduğum arkadaşlarım oldu