Sadık Yalsızuçanlar’ın hikayeciliği: Yazdıkça da ruhunuz yağmalanıyor

“Kişisel bir tanışıklığımız olmadı Sadık Yalsızuçanlar’la. Eserleriyle biliyorum onu. Bunca yıl sonra bendeki imajı şöyle: Dağınık, gelişigüzel yazan biri. Hayatı da öyle sanki. Bir şey çıkarmak için elini attığı her cebinden çıkaracağıyla beraber başka birçok şey taşıyor dışarı. Yürürken bir şeyler saçılıp dökülüyor, etrafa. Bazan dökülenler göstermek istediğinden de değerli. Eğilip almak aklına gelmiyor onları.”

Haber Merkezi Yeni Şafak
Sadık Yalsızuçanlar..

Üç şehri olduğunu söylüyor Sadık Yalsızuçanlar: Malatya, Hatay/Dörtyol ve Ankara. Malatya doğduğu şehirdir. 1962 yılında bu şehirde açar hayata gözlerini. Çocukluğu ve ilk gençliği burada geçer. Varlığının bir parçasıdır, bir bakıma her şeyi. Eserlerinde tekrar tekrar döneceği, ruhunun şehri (2012’de Malatya Öyküleri adı altında toplar yazdıklarının bir bölümünü). Dörtyol’da lise tahsilini tamamlar, sonra Ankara. Yüksek tahsil, iş hayatı.. Bir süre uzaklaşıp tekrar gelir. Yerleşir, karar kılar bu şehirde: “Tuhaftır, Ankara pek sevilmez.” diyor bir konuşmasında. “Soğuk, asık yüzlü bilinir. Bana öyle değil. (..) Ankara’da öğrencilik yapanlar Ankara’yı çok severler.” Bu şehri benimsemesine kuvvetli bir gerekçe de gösterir: “Hacı Bayram gibi bir güzelin şehridir öncelikle. Ankara’yı sevmek için bu neden tek başına yeterlidir.”

Şehir, üzerinde kafa yorduğu bir kavram mıdır yazarın?

İlk kitabının adı Şehirleri Süsleyen Yolcu (1986). Bu kitapta (ve Kuş Uykusu kitabında) “şehir” soyut olarak olumlu bir anlam taşımaz. “Sokakları çürüyen”, çürüğün sokaklardan ev içlerine sızdığı bir mekandır “kent”. O kente ait bir patronun yaşantısı, bürosundaki vitrin üzerinden şöyle yansıtılır bir öyküde: “Vitrin. Raflarda özenle sıralanmış İhya ciltleri, tozlu kısası enbiyalar, birkaç mafya romanı, bermuda şeytan üçgeni, viski şişeleri, puro kutuları, lions klüb arması, pembe naylon güller.” Fakat bu izleği derinleştirmez daha sonra yazar. Ankara’yı Hacı Bayram-ı Veli üzerinden algıladığı gibi, mesela Malatya da Niyazi-i Mısrî olacaktır onun için (bir başka açıdan Malatyalı Fahri). Tıpkı Kars’ın Ebu’l-Hasan Harakanî hazretleri olacağı gibi.

AŞKA İNANMIŞ BİR YAZAR

Kişisel bir tanışıklığımız olmadı Sadık Yalsızuçanlar’la. (İstanbul merkezli yaşadım ben. 80’li yıllarda Mavera’yı çıkaran ağabeyleri ziyaret için Ankara yolculukları yapardım. O yıllarda “Rüya Sineması”yla adı anılıyordu o çevrelerde. İddia sahibi, yetenekli bir genç olarak kendisine inanılıyordu, bir avans sahibiydi bu konuda.) Eserleriyle biliyorum onu. Bunca yıl sonra bendeki imajı şöyle: Dağınık, gelişi/güzel yazan biri. Hayatı da öyle sanki. Bir şey çıkarmak için elini attığı her cebinden çıkaracağıyla beraber başka birçok şey taşıyor dışarı. Yürürken bir şeyler saçılıp dökülüyor, etrafa. Bazan dökülenler göstermek istediğinden de değerli. Eğilip almak aklına gelmiyor onları.

Hikayelerinden yansıyan ruh hali böyle.

Yazdıklarıyla kurduğu dünyadaki birincil kişi “aşık” tabiatlı biri. “Tedbirsiz” bir hayat onunki. Âşıklığıyla meczupluğun sınırlarında geziyor. Tedbirsizliğiyle isabetler alıyor, durmadan. Bu durumu biraz genişleterek içinden geldiği “aile”nin bir özelliği olarak da belirleyebiliriz. Musibetin bir göktaşı gibi defalarca düştüğü bir “ev”dir onlarınki. Her türlü aşırılık vardır orada. Öfkenin en şiddetlisi yaşanır. Aile içi şiddet uç noktalara ulaşır (Baba). Gözler morarır, kemikler kırılır (Anne). Uçlara kadar gidip telef olur bazıları; esrar tutkusu, amcalardan birinin yuvasını dağıtır. Büyük Dayı Neco, ilkokul üçteyken okulu bırakır. Malatyalı namlı kabadayı Çakal Hanifi’nin yanında tamamlar gerisini. Sonu iyi olmaz: “Sonra dayım Neco. Cinayetleri. Tutukevleri Anneannemle ziyarete gidişlerimiz Morgta onu teşhis edişim”

“Acı” temel kavramlardan biridir onun hayatında. Çocukluktan çok acılar birikmiştir heybesinde. Hayat yaralar ve örseler. “Ben daha çok iyileşme arzusuyla yazıyorum” der bir konuşmasında. Hayatında acı olan şair ve yazarları kendine yakın bulur. Nilgün Marmara, Lale Müldür, gibi. Fakat en çok da Cahit Zarifoğlu: “Şair diyor ya ne çok acı var Sanki babamın, annemin, benim, ağbimin, dayımın yaşam öyküsünün ilk cümlesi İlk ve son.”

Şiddet ve acı bir yüzüdür çocukluğunun.

Öfkesi başına vurmadığı zamanlarda keyifli bir adamdır baba. İyimser ve umutlu. Daha da önemlisi merhametli. Yetim, evsiz-barksız ve yersiz-yurtsuzların da babası! “Kendini yitirmedikçe kimseyi incitmez, elindeki avcundakini paylaşır, hastaya, cenazeye, düğüne derneğe koşar, çocukla çocuk deliyle deli olurdu.” Adını aldığı dedesi Sadık Baba, “..Bir Kürt ve Arap melezi olan” bu yaşlı adam, derviş arkadaşlarıyla Kadirî zikrine oturur odasında. Sabah tespihatlarında bazan torunlarını da alır çevresine “Ya Rahman, Ya Rahîm, Ya Hakîm..” derken onlara da tekrarlatır. Bundan, ayrı bir mutluluk duyar. Babaanne de öyle.. Bir kâlp ve coşku insanı. Zikrederken kendini kaybeder, “Başını duvara çarpardı, bazen kanardı başı, boncuklu yazması kanlanırdı. Onu böyle hatırlıyorum.”

Kâlbin yolunu, âşıklığı bir miras olarak devralmıştır bu insanlardan yazar.

Cahit Zarifoğlu’na bunca sevgisi de ondandır: “İnsanın arşının kâlp olduğunu” anlatıp durmasındandır. Sezai Karakoç, Rasim Özdenören, Ramazan Dikmen diye genişler bu liste. Fakat Zarifoğlu’nun yeri ayrıcalıklıdır yine de. “Türkiye’ye ait düşleri”ni diri tutmasını sağlan iki isimden biridir o. Diğerini Sid Nursi olarak kaydediyor yazar. Risaleler, ömrünün üçte ikisinde okuyup durduğu kitaptır; bir mekteptir kendisi için. O kapıdan girerek gider, hayatında çok önemli yerleri bulunan diğer büyük isimlere: Muhiddin-i Arabi, Mevlana ve diğerlerine.. Yunus Emre, Harakanî, Yaman Dede Daha da önemlisi Heiddeger’e, Hölderlin’e.. Bu ikincisinin “İnsan yeryüzünde şairane mukimdir” sözünü Sid Nursi ve Cahit Zarifoğlu’na yakıştırır en fazla. Risaleler manevî bir açılım sağlamaz sadece, kendi gramerini kurmuş olan diliyle şairane bulur onları aynı zamanda. Bu metinlerden ve Unsuru’l-Belagat kitabından kendine yazma düsturları çıkarır. O kadar iç içe girmiştir ki bu metinlerle hayatı, yazarlığı; bazı kitaplarının kapağına da koyduğu İlhan Berk’e ait kısa ifadede övgüyle sözü edilen “Yılan” hikayesi, Sid Nursi’ye ait bir “vizyon”un, yeni bir üslupla tekrar kaleme alınmasından başka bir şey değildir (Şehirleri süsleyen yolcu, rüya sineması söyleyişleri de aynı kaynaktan doğarlar).

Bediüzzaman’ı ve Risaleleri mutlaklaştırıcı eğilimleri de eleştirir yazar. (Kalpteki Akıl, s. 73).

İlhan Berk, Yalsızuçanlar’ı Kafka’yla, Borges’le kıyaslarken onun için bir temennide de bulunur: “Benzersizliğini sürdürmesini çok isterim.” Bu benzersizlik nedir, diye sorarsak; Sadık Yalsızuçanlar’ın 20’li yaşlarının başında daha “Rüya Sineması”ndan söz ettiği yıllarda yazıda -yaşamda aslında- seçtiği “yol”la ilgilidir. Bir konuşmasında “Mimarî yoktur yazdıklarımda” diyor. Kurarak, kuramdan kalkarak yazmaya karşıdır yazar. “Sanatı gereksinmeyen Velîler”in yazdıklarıdır örnekleri. Önce eser gelir, kuram eserden çıkarılır sonra. “Modern dönemde kendisini gösteren psikolojik eksenli” roman ve hikaye -geniş anlamıyla sanat- anlayışını “İlahî Merkez’den bağımsızlaştırma”, uzaklaştırma, bir çıkmaz yol olarak görür. Tamaro ve Paulo Coelho’nın insanı tekrar “İlahî merkez’e, kâlbe çağır”an eserlerine dikkat çeker. Tarkovski’nin hayatında/sanatında “başka bir yaşama alanına” duyulan ihtiyaç olarak belirir bu arayış. Heiddeger’de üretilen yeni dilden “varlığın evi” olarak söz edilir.

TASAVVUFLA ZENGİNLEŞTİRİR

Sadık Yalsızuçanlar bunu bizim insanımız için “tasavvuf”ta, geçmişte onun etrafında oluşturulmuş zengin sanat eserlerinde bulduğunu belirtir. Yeni bir dille yeniden kurma, modern dönemde bir diriliş hareketidir onun savunduğu. Benzersizliği buradan gelir. Taş ustası, işine âşık Hasan Amcası şöyle der: “Oğlum, âlemde cansız diye bir şey yoktur, bu kaskatı maddenin zerreleri de bizim gibi meczuptur. O’nun aşkıyla müstağraktır, onlar da seyran ederler âlemi.” Sadık Dede ise insanın bu dünyaya ölmeye değil olmaya geldiğinden söz eder, yeri geldikçe.

Ana başlıklar halinde bazı belirlemeler yaptığımız bu yazımızda, Sadık Yalsızuçanlar’ın bazı hikayelerinde karşımıza çıkan eleştirel dil için de bir not düşmek gerekir buraya. Devlet Mezarlığı’nda şube müdürü olan adamın hikayesi bunlardan biridir.

Metaforik bir dil kullanmasından, bu metaforlardan bazılarının Tanpınar ayarında orijinallikler taşıdığına da kısaca işaret etmek isterim: Tanpınar, gökyüzünü deniz, ay’ı bir sandala benzetir bir yazısında. Yalsızuçanlar ise şöyle sesleniyor Ay’a: “Hilal iğnenle gök atlasını diken bir terzi olurdun.” Bir başka güçlü benzetmesi de şu: “Dokununca dağılan yanmış bir fener gömleği gibi bedenim.” Bir başkası daha: “Toprağa saplanmış bir bedenin açıkta kalan başı gibi evler.” Bunlar içinde yine ay’la ilgili bir kullanımı var ki yazarın, oradan hikayeleriyle ilgili bir başka özelliğe geçiliyor: “Gökyüzü sayfaydı, sen ondaki ışıklı bir satırdın, yıldızlar noktaydı. Bazen de sen nokta oluyordun.”

Buradaki “nokta” tüm harflerin kendisinden doğduğu noktadır. Bizi yazarın eserlerinde oldukça geniş bir yer tutan harf sembolü konusuna götürür. Yazara göre harflerin de yurdudur yeryüzü. Onlar da insanoğlu gibi gökten inmiştir. Bir iki örnek verebileceğim sadece: V, ters çevrilince çama benzer, piramit çamın simgesi olabilir. “Güzel he. Güzel bir harf. Yusuf peygambere benzediği rivayet olunur. Güzel denilmesi bundan. Çehreiyusuf deniyor adına.”

Sadık Yalsızuçanlar’ın kavram dikkatlerinden biriyle koyalım “nokta”yı. Evrensel bir yazar olarak anılmak istemez, alemşümul olmaktır önemli gördüğü.