2006, Türkiye yapımı
Yönetmen
: Ömer Uğur
Oyuncular
: Mehmet Ali Alabora, Sibel Kekilli, Altan Erkekli, Savaş Dinçel, Perihan Savaş, Civan Canova, Erdal Tosun, Cengiz Küçükayvaz
Yapım Yönetmeni
: Cengiz Deveci
Görüntü Yönetmeni
: Mustafa Kuşçu
Müzik
: Tamer Çıray
Kurgu
: Ulaş Can Şimşek
Sanat Yönetmeni
: Veli Kahraman
Süre
: 101 dakika
Özel Sınırlamalar
: İçerdiği işkence ve şiddet sahneleri nedeniyle, 18 yaşından küçüklerin izlememesi önerilir.
Dağıtıcı
: Özen Film
Yapımcı
: Limon Yapım
12 Eylül 1980 İhtilâli'nin hemen sonrası… Ülke, ardı ardına gerçekleştirilen operasyonlar ve tutuklamalarla çalkalanmaktadır. İstanbul'un yoksullukla bezeli varoşlarından birinde, küçük ailesiyle birlikte hayat mücadelesi veren fabrika işçisi Mustafa, bir gece siyasî şube polisleri tarafından "örgüt bağlantısı" iddiasıyla gözaltına alınır. Ve kahramanımızı, Emniyet Müdürlüğü'nde, gerçekte hiç ilgisinin olmadığı illegal bir grubun kilit elemanı olarak yaftalamaya çalışan vahşi bir işkence süreci başlar. Mustafa 22 gün sonra suçsuz bulunup salıverildiğinde ise artık gerçek kimliğini bile doğru düzgün hatırlayamayan yitik birine dönüşecektir.
Gerçi, bu hafta sonu itibarıyla üçü yabancı olmak üzere dört yeni yapım gösterime girdi; ancak Türk sinemasının güncel örnekleri söz konusu olduğunda hiç tereddütsüz biçimde sergilediğimiz o kayırıcı tavrımızı bir kez daha devreye sokuyor ve sınırlı tanıtım alanımızı bu kez de "Eve Dönüş"ten yana kullanıyoruz. Sayfamızın diğer yarısını ise sevgili İsmail Güneş'in yeni çalışmasına tahsis ederek…
Askerî darbeler üzerine eleştirel, hattâ çoğu kez öfkeli yorumlarda bulunmanın, sanatın her türünün temsilcileri açısından öteden beri dayanılmaz bir cazibesi olmuştur. Çünkü, bu tür olaylar, aslî amaçları her ne olursa olsun, arkalarında genellikle sosyolojik anlamda bir "enkaz" bırakırlar. Ulusal tarihimizin -ses efekti olarak tank paletlerinin gıcırtılarıyla donatılmış- son darbesi konumundaki "12 Eylül" de Türk sinemasının, tıpkı Türk gazeteciliği ve edebiyatı gibi, çeyrek yüzyıldır üzerine konuşmaya doyamadığı çok önemli bir kırılma noktası olmayı sürdürüyor.
Hiç kuşkusuz ki aydınların 12 Eylül süreciyle hesaplaşmaları bundan böyle de daha uzun yıllar boyunca sürecek. Benim derdim ise dar kapsamlı bir film eleştirisinin içine, sayfamın formatını da boyutlarını da fazlasıyla aşan derin bir dönem analizi sokuşturmak değil. Sadece çok sınırlı mahiyette üç-beş söz sarfetmek istiyorum bu hassas konuda…
Yaşım gereği, adına "12 Eylül öncesi" denilen ve insanları darbenin gerekliliğine iknâ etmek için yıllar boyunca âdeta bir tür şeytanî simge olarak kullanılan o döneme tanık olmuş biriyim ben… Bu yüzden de Türkiye'nin o günlerde ne hâlde olduğunu çok iyi hatırlıyorum. Tıpkı, adlarına Demirel ve Ecevit denilen iki "geçimsizlik anıtı"nın ülkemin siyasal hayatını nasıl felç ettiklerini gayet iyi hatırladığım gibi… Ayrıca solcu polisin sağcı polisi -bir sokak çatışmasında vurulduğunda- "O benim düşmanımdır" diyerek yerden kaldırmadığını da… Bütün önemli üretim tesislerinin bitmez tükenmez grev ve lokavtlarla felç olduğunu da… Her gün yurt çapında ortalama 30 dolayında -çoğu gencecik- insanın pisi pisine öldüğünü de… Ülkenin ulusal meclisinin aylarca bir cumhurbaşkanı seçemediğini de… Suların ve elektriklerin neredeyse her gün kesildiğini de… Aklınıza gelebilecek her türlü temel ihtiyaç maddesinde oluşan uçsuz bucaksız kuyrukları da… Ülkenin bazı kentlerine ve İstanbul'un bazı semtlerine "kurtarılmış bölge" denildiğini, buralara ancak kimlik gösterilerek girildiğini de… Ve elbette, babamın, her sabah işe giderken ölüme gider gibi bizleri öpüp Allah'a emanet ettiğini de hatırlıyor çocuk gözlerim…
O yüzdendir ki, ne bundan önceki (özellikle 1980'lerde sıkça çekilen) 12 Eylül filmlerinin ne de bu ekolün son örneği konumundaki "Eve Dönüş"ün, o tarihte yaşananlar hakkında tam anlamıyla tarafsız bir duruş sergilediğine kesinlikle inanmıyorum. Film senaryoları kutsal metinler değildir; durduk yerde gökten inmezler. Onları yazan kalemlerin hayattaki deneyimlerine, siyasal ve ahlâkî değer yargılarına göre biçimlenirler. Yönetmen Ömer Uğur da kendisinin ve yakın çevresindekilerin sübjektif deneyimlerinden yola çıkan bir 12 Eylül öyküsü anlatıyor bizlere. Hiç kuşkusuz ki gelecekte ben bir 12 Eylül filmi çeksem, kendi sübjektif senaryoma komünistlerin Merter gibi merkezî bir semtte "Semtimizin gençlerine satranç, basketbol, futbol ve judo gibi yararlı şeyler öğreteceğiz" şeklindeki propagandalarla bir dernek açmalarını, benim de oraya büyük bir hevesle satranç öğrenmek için kaydoluşumu, sonrasında dernekteki kurslarda satranç eğitiminden eser olmadığını ve orada sunulan yegâne eğitimin "komünizm propagandası" olduğunu görüp 11 yaşında bir çocuk olarak oradan zor kaçışımı ve bir kaç hafta sonra da içinde çoluk çocuğun bulunduğu bu dernek binasının ülkücülerin bombalı saldırısıyla yerle bir olduğunu mutlaka koyacağım meselâ…
Bu ülkede hayat, 12 Eylül'den önce yalnızca solcuların gözlüğünden görüldüğü gibi akmıyordu çünkü…
Başarılı bir sanat yönetimi
Türkiye'de "dönem filmleri" yapmak gerçekten de çok zor… Çünkü kentlerin görsel dokusu kesintisiz bir değişim içinde. Bunda da göçebeliğe teşne, belleksiz bir toplum oluşumuzun büyük payı var. Otopark ve çay bahçesi açma hırsıyla gözlerimiz kamaştığından, bizlere eskiyi hatırlatan herşeyi acımasızca yakıp yıkıyoruz. Buna tarihî köşkler ve camiler de dahil.. O yüzden "Eve Dönüş"ün sanat yönetimi ekibi, ele alınan dönemi yansıtmada son derece başarılı bir iş çıkarmış. Kostümler, dekorlar ve filmdeki genel atmosfer gayet iyi…
Hem bu yönüyle, hem de parlak görüntü yönetimiyle daha en baştan göz dolduran "Eve Dönüş"ün kişisel kanaatime göre en önemli niteliklerinden biri de bugüne kadar özellikle "Hababam Sınıfı" ve "Maskeli Beşler" tarzı sulu sepken Arzu Film komedilerindeki sürekli kendini tekrarlayan bıçkın delikanlı kimliğine hiç mi hiç ısınamadığım Mehmet Ali Alabora'daki gerçek "oyuncu" kimliğini su üstüne çıkartmayı başarması… Film boyunca oldukça dokunaklı bir performans sergileyen Alabora, bu zorlu öykünün -hemen hemen- üstesinden gelen olgun oyunculuğuyla gelecek için de gayet olumlu sinyaller veriyor. Sanırım, sinemamız, üzerinde yaptığı onca sabun köpüğü denemeden sonra, asıl bu filmden sonra Alabora'yı gerçek anlamda kazanmış olacak.
Sibel Kekilli'ye gelince… Siyasal ve ahlâkî yargılarımla, film değerlendirmesi yaparken başvurduğum nesnel ölçüleri çoğunlukla birbirine karıştırmamaya çalışıyorum. Olaya böyle bakınca, Kekilli gerçekten yetenekli bir aktrist. Kamera karşısında kendisini hiç kasmayan, son derece rahat bir tavrı var. Bu rahatlığında, birbirinden "ilginç" yapımlarla dolu kariyerinin de yoğun bir etkisi olduğu hiç kuşkusuz. Kaldı ki gurbetçi yönetmen Fatih Akın tarafından keşfedilmeden önce çektiği erotik filmler bir yana, gözümüze soka soka vermeye çalıştığı siyasal ve ahlâkî mesajlarını tiksintiyle karşıladığım "Duvara Karşı"da da son derece etkileyici bir oyun sergiliyordu bu genç sanatçı. Ancak, kendisinde hâlâ tam olarak tanımlayamadığım, yoğun antipati saçan bir yön de var. Ki sanırım benimkisi, onun, ister iyi isterse kötü olsun, vaktiyle Almanya'da yaşadığı aile baskısının da etkisiyle, gelenekten kopup gelen herşeye (ki buna din de dahil) yönelik yoğun tepkiciliğine duyulan bir alerji. Sibel Hanım'ın bu topraklarla ve onun kültürüyle oldukça derin bir hesabı var. Oysa bilmiyor ki, hepimiz bu topraklarda doğup, büyüyüp bu yaşa gelene kadar nice bedeller ödedik ve hâlâ da ödüyoruz. O yüzden, acı çekmiş olmak yalnızca ona özgü bir ayrıcalık değil…
Ne yapayım, isterse dünyanın en havalı festivallerinde ayakta alkışlansınlar, inancıma uyuz olanlara ve bu uyuz oluşlarını filmlerinde kalın çizgilerle vurgulayanlara karşı pek de sevgiyle dolamıyor gönlüm. O açıdan, umarım Kekilli'yi yakın bir gelecekte daha "bizden" bir kahraman olarak da görürüz beyazperdede…
Öte yandan, bunca cömert iltifattan sonra, eleştiride dengeyi korumak adına, filmin çok önemli açmazlarından birini vurgulamakta da yarar var. Darbeyi ve olumsuz sonuçlarını yerden yere vuran böylesine sert bir öykü boyunca askerlere neredeyse hiç ilişilmemesi ve bütün kötülüklerin sorumluluğunun tek başına (gerçekte askerî darbelerin komuta hiyerarşisi içinde birer emir kulu olmaktan öte rolleri bulunmayan) polislere yüklenilmesi, son yıllarda iyice moda olan “ordunun şahin kanadıyla elele bir ulusalcılığın” grotesk bir tezahürü olarak ciddi biçimde sırıttığını da özenle belirtelim. Ha, yönetmen Ömer Uğur bu eleştirimiz karşısında “Mevcut AB uyum yasalarından sonra polisi eleştirmek kolay iş; ama diğerleri için hâlâ maça gerekiyor” derse, böyle bir savunma karşısında söylenecek pek de fazla söz yok.
Netice itibarıyla, son dönem Türk sinemasının hem teknik ve estetik, hem de içerik ciddiyeti açısından gösterişli örneklerinden biri olarak "Eve Dönüş"ü izlemekte ve entelektüel düzlemde enine boyuna tartışmakta yarar var. Çoluk çocukla ve şiddete yatkın olmayanlarla birlikte gidilmesi sakıncalı. Ancak, tek başınıza ya da bu dönemi öncesi ve sonrasıyla esaslı biçimde yaşamış "dâvâ arkadaşlarınız"la birlikte görülmeye değer bir sinemasal deneyim…