İktidara ulaşma aracı olarak stratejik ve taktik milliyetçilik

Milliyetçilik ideolojisi, devlet kurumları ve siyasal partiler tarafından kullanıldığında stratejik veya ideolojik nitelikli formal milliyetçilik adını alırken, bireyler tarafından gündelik hayatın içinde taktik anlamda kullanıldığında enformel milliyetçilik adını alır.

Doç. Dr. Ayhan Kaya
İktidara ulaşma aracı olarak stratejik ve taktik m

Son yıllarda diğer pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye'de de milliyetçi akımların yükselişte olduğu yönünde genel bir kanı kamuoyunda hakim olmaya başladı. Batı'da özellikle göç ve göçmenler bağlamında etno-kültürel ve dinsel açıdan farklı olanın Batı uygarlığına entegrasyonu/asimilasyonu bağlamında özellikle İslami olana karşı çoğunluk toplumu tarafından geliştirilen kültüralist ve asimilasyonist söylemin milliyetçilik olarak tanımlandığını söylemek mümkün. Türkiye'de de özellikle seçim mahalline girdiğimiz geçtiğimiz bir yılı aşkın sürede milliyetçi, yabancı düşmanı ve ırkçı bir popüler söylemin hakim olduğunu görülmektedir. Bu yazının amacı, Türkiye toplumunu etkisi altına alan sözkonusu bu milliyetçi dalganın analizini yapmak, bu dalgaya neden olan yerel ve küresel gelişmelere değinmek, devlet kurumlarının, siyasal partilerin ve medyanın milliyetçi söylemi nasıl kullandıklarına işaret etmek ve milliyetçi söylemin siyasal hayatın ve gündelik hayatın belirlediği koşullar altında bireyler tarafından taktik amaçlarla kullanılabilen bir söylem olduğunu iddia etmektir. Bunu yaparken, bireyler tarafından kullanılan milliyetçilik söyleminin, aslında iktidara eklemlenme arayışının ifadesi olduğu ve dolayısıyla milliyetçiliğin alt okumalarının yapılması durumunda yoksulluk, eşitsizlik, dışlanmışlık, ötekilenmişlik, yalnızlık gibi unsurların açığa çıkacağı iddia edilmektedir. Bu açıdan sosyal bilimcilere düşen asıl sorunluluğun bu semptoma ya da milliyetçi dilin kullanımına zemin hazırlayan yapısal nedenleri bulmak olduğunu dile getirmektir.

STRATEJİ VE TAKTİK OLARAK MİLLİYETÇİLİK

Son bir kaç aydır medyada milliyetçi yükselişi yoğun olarak tartışanların milliyetçiliği verili olarak aldıklarını ve bu ön kabülden hareketle milliyetçiliği kıyasıya eleştirdikleri görülmektedir. Tabii ki, milliyetçilik eleştirilmelidir. Ancak, bunu yaparken milliyetçiliğin nasıl bir yerel ve küresel bağlamda ortaya çıktığını göz ardı etmemek gerekmektedir. Burada amacım bu yerel ve küresel bağlamın meşrulaştırdığı milliyetçi refleksi bu yönüyle değil de, Fransız sosyolog Michel De Certeau'nun gündelik hayatın analizinde kullandığı strateji ve taktik kavramlarından hareketle milliyetçi retoriğin iktidara sahip olanlar ve iktidardan uzak olan kitleler tarafından stratejik ve taktik olarak nasıl kullanıldığına genel olarak değinmektir.

Günümüz Türkiyesi'nde milliyetçi dalgalanın asıl aktörlerinin bu dalgadan fayda sağlamayı medet uman siyasal partiler, yerleşik bazı kurumlar ve medya olduğu görülecektir. Milliyetçiliğin insanların içine işlemiş primordial (köklü) bir ruh hali olmadığını ve aksine ideolojiler üstü bir siyasal ideoloji olduğunu hatırlamakta fayda var. Milliyetçilik ideolojisi, devlet kurumları ve siyasal partiler tarafından kullanıldığında stratejik veya ideolojik nitelikli formal milliyetçilik adını alırken, bireyler tarafından gündelik hayatın içinde taktik anlamda kullanıldığında enformel milliyetçilik adını almaktadır. Bu nedenle, günümüz Türkiyesi'nde olsun başka yerlerde olsun milliyetçilik değerlendirmeleri yapılırken, bir yandan sözkonusu milliyetçi pratikleri besleyen ve formal milliyetçiliğin öznesi olan devlet kurumları ve siyasal partileri öncelikli olarak gözönünde bulundurmak gerekirken, diğer yandan bu pratiklerin gündelik hayatın hangi taktik gereklerinden ötürü bireyler tarafından tercih edildiklerine bakmak gerekir. Öyleyse, milliyetçiliğin özneleri itibarıyla milliyetçilik olgusuna en azından iki farklı şekilde bakmak mümkün: İktidarı elinde bulunduranlarca kullanılan bir strateji veya ideoloji; ve iktidara eklemlenmeye çalışanların bu egemen dil aracılığıyla kullandıkları bir taktik hamle.

“Milliyetçi” etiketi içine sığdırılan bütün toplumsal, siyasal, etnik ve dinsel olguların birer birer yapıbozumlarını gerçekleştirmek suretiyle çok daha farklı sonuçlara ulaşmak mümkün olabilir. “Milliyetçi” etiketinin, siyasal ve toplumsal olguları değerlendirirken bize sağladığı totalci ve indirgemeci sahte analiz biçiminin araştırmacıları olguların biricikliği ve kendine özgülüğü şeklindeki bilimsel önkabulden uzaklaştırdığını düşünüyorum. Daha önceden olduğu gibi bugün de insanların milliyetçi söylem kullandıkları yönünde yapılan 'bilimsel' tespitlerin çok fazla açıklayıcı olduklarını sanmıyorum. Çok aşikâr olan milliyetçi söylemin tesbiti benim için bilimsel açıdan pek bir şey ifade etmiyor. Sözkonusu milliyetçi söylemlerin birer semptom olduğu saptamasını yapmak ve asıl bilimsel olanın bu semptomlara yol açan nedenleri anlamak olduğunu savunuyorum.

Son yıllarda kullanılan milliyetçilik söylemlerine, uluslararası, ulusal ve yerel bağlamları değerlendirmek suretiyle daha yakından antropolojik bir gözle bakmak gerekmektedir. Her bir olgunun içinde yeralan öznelerin kullandıkları ve “milliyetçi” olduğu yönünde genel bir yakıştırmanın yapıldığı olayları tek tek ele almak ve bu olayları antropolojik bir perspektifle değerlendirmek, “milliyetçi” sıfatı kullanmak suretiyle ötekileştirdiğimiz ve bu yolla da dışladığımız ve bu nedenle de daha ayrıntılı çözümleme ihtimallerini safdışı ettiğimiz olaylara, gelişmelere farklı bir gözle bakmamızı ve daha doğru analizler yapabilmemizi sağlayabilir.

MİLLİYETÇİLİĞİN GÜNDELİK HAYATTAKİ KAYNAKLARI

Türkiye'de ise yapılan kamuoyu araştırmaları ve bilimsel çalışmaların sürekli vurguladığı konuların başında “milliyetçi yükseliş” gelmektedir. Kimileri bu milliyetçi yükselişi “faşizanlığın” geldiği başka bir nokta olarak nitelemekte, hemen hemen tüm siyasal partiler ise “milliyetçi yükseliş” varsayımından hareketle, genel seçimlere hazırlık olması açısından söylemlerini daha milliyetçi motiflerle süslemektedirler. Milliyetçilik söylemi hiç şüphesiz Türkiye'de egemen bir dil olagelmiş ve geçtiğimiz yüzyıla damgasını vurmuştur. Bu dilin egemenliği bu ülkenin hemen hemen her bir ferdi tarafından bilinmektedir. Bu dilin egemenliği, onu siyasal iktidar elde etmek isteyenleri cezbederken, yoksulları ve dışarda bırakılanları da iktidara eklemlenme hissi vermesi nedeniyle etkisi altına almaktadır. Diğer bir deyişle, milliyetçi söylemin cazibesi, iktidarı hedefleyenlerce ve iktidara bir şekilde eklemlenmek isteyenlerce farklı anlamlar ifade edebilmektedir. Milliyetçi söylem kullanıldığı yere ve ana göre farklı tezahürlere sahip olabilir. Ayrıca, son aylarda yükselen milliyetçi söylemin, özellikle orta-sınıf ve ortaüst-sınıf içinde belirginlik gösterdiğini söylemek mümkün. Bu milliyetçi söylem yine Avrupa şüpheciliği olarak da kendini bu gruplar arasında göstermektedir. Bu açıdan bakıldığında, görece varsıllığını yitiren yerleşik orta-sınıfın, AKP'nin temsil ettiği ve maddi kaynaklardan daha fazla pay almak suretiyle kamusal alanda açık bir şekilde görünür olan gruplara yönelik tepki beslediği anlaşılmaktadır. Öyleyse Türkiye'de asıl yaşanan şey tarihsel anlamda önemli bir toplumsal-sınıfsal dönüşümün varlığıdır. Son yıllarda ger ek Trabzon, gerek Mersin, gere İstanbul ve gerekse diğer kentlerde sıkça duyduğumuz bir söz bu sınıfsal dönüşümün nasıl bir şekilde toplumsal düzeyde algılandığını resmetmektedir: “Ayaklar baş oldu!” Durum eğer daha çok bir toplumsal-sınıfsal dönüşüme işaret ediyorsa, o halde orta sınıf ve ortaüst-sınıfın AKP karşıtı laik-milliyetçi bir cephede buluşmaları ve özellikle bu dönüşümde payı olduğunu düşündükleri Avrupa Birliğine karşı bir söylem üretmeleri kendi içinde daha anlaşılır olmaktadır. 1999 Helsinki Zirvesi ile derinleşerek ve genişleyerek ilerleyen demokratikleşme dalgası Türkiye'nin önüne yeni bazı açılımlar sunmuştur. Azınlık milliyetçiliklerinin ihtiyaç duyduğu meşru zemini sağlayan çoğunluk milliyetçiliğinden arınmış ve katılımcı siyasal yurttaşlık modeli üzerinden hareketle ulusal egemenliğe değil toplumsal egemenliğe vurgu yapan ve dinsel, etnik, kültürel ve cinsel açıdan farklı olan unsurları tanıyan bir toplumsal egemenlik modelinin geliştirilmesi yönünde önemli bir takım açılımlar gerçekleşmiştir. Bu süreç 2005 Aralık ayında Avrupa Birliği Hükümet ve Devlet Başkanları tarafından müzakere sürecinin sorunlu bir şekilde de olsa başlatılmasına karar verildiği zamana değin inişli çıkışlı da olsa devam etmiştir. Bu zaman zarfında genel olarak bakıldığında, azınlıkları, farklılıkları, çeşitliliği, dinsellikleri 'ulusal güvenliğe' karşı bir tehdit olarak algılamayan, toplum içi diyaloğu ön planda tutan, katı ve aynılaştırıcı Cumhuriyetçi yurttaşlık anlayışı ile birlikte bütünlüğü belli ölçüde gözardı edebilen Çokkültürcü modelin ötesinde alternatif bir yurttaşlık modeli geliştirmeye çalışan ve 19. yüzyılın sonlarından buyana içine gömüldüğü 'güvenlik' söyleminden kurtulmaya çalışan, içinde bulunduğu bölge için önemli bir demokratik model oluşturmaya çalışan bir Türkiye ortaya çıkmıştır. Böylesine bir modelin geliştirilmesi hiç şüphesiz toplumsal refahın sağlanması ve geleceğe güvenin tahsis edilmesiyle mümkün olabilir. Bu altı yıllık zaman içerisinde yer yer karşılaşılan bazı milliyetçi dalgaların (bayrak krizi, Mersin ve Trabzon linç girişimleri vs.) sarmal etkisinden görece kolaylıkla kurtulmamızın, paradoksal bir şekilde, ulusal gururdaki yükselişle bağlantılı olduğu görülmektedir. Spor, sanat, siyaset ve iktisat gibi alanlarda uluslararası platformda kazanılan başarılar, ulusal gururun sağlanmasında önemli bir role sahiptir. Ulusal gurura sahip toplumlar, etno-kültürel ve dinsel farklılıkları içinde barındırıyor olmalarına rağmen, farklılıkların bir arada yaşamalarını mümkün kılan ve geleceğe güvenle bakan toplumlardır. Daha da önemlisi, bu tür toplumlar, vulgar milliyetçiliğin kök salamadığı toplumlardır. Türkiye toplumu da son dönemde böylesine bir yabancı düşmanı, farklılıkları hazmedemeyen, bütünleştirici olmayan ve etnosentrik niteliğe sahip vulgar milliyetçilikten uzaklaşmakta olduğuna dair önemli göstergeler sergilemekteydi. Ancak geçtiğimiz bu bir yılda, sorunlarını yerel aktörlerin katılımıyla rahatlıkla çözebilecek Türkiye toplumunun egemen milliyetçi stratejiye esir düştüğünü ve bireylerin gündelik hayatın pratiği içinde bu egemen dile eklemlenmek gibi taktik bir pozisyon aldıklarını ve bunu hayatta kalabilmek için sıkça kullandıkları gözlemlenmektedir.

SEMPTOMLAR VE NEDENLER

“Ben”in varlığının “Öteki”nin yok edilmesi üzerine inşa edildiği bir ontolojik savaş halinin belirginleştiği bağlam içinden çıkış sanıyorum güçlü bir siyasal irade ile mümkün olabilir. Büyümeyi, AB sürecini, Cumhurbaşkanlığı seçimini, yoskullaşmayı, kentsel gerilimi, şiddeti, zorunlu göçü ve biraradalığı yönetemeyen siyasal iktidarın, muhalefetin, yargının, medyanın ve diğer devlet kurumlarının stratejik olarak milliyetçilik, laiklik ve ırkçılık gibi ideolojiler üzerinden siyaset üretmeye çalıştıkları ve bu yolla iktidar alanlarını korumaya veya genişletmeye çalıştıkları gözlenmektedir.

Sonuç olarak 1999 yılından bu yana derinleşen küreselleşme süreci sekteye uğramış, ulusal gururu utangaç da olsa yakalamış ve kendine ve geleceğe güvenle bakabilmeye aday Türkiye'nin yerini bugün kendi içine kapanan, kendiyle barışık olmayan, kimliğine söz ettirmeyen, defansif, kompleksli ve aslında kendinden pek de hoşnut olmayan bir Türkiye almıştır. Bir sosyal bilimci olarak bu hızlı dönüşümün veya içe kapanmanın bu kadar kısa bir sürede olmasına anlam veremediğimi söylemek istiyorum. Eğer bu kadar kısa bir sürede böylesine bir toplumsal dönüşümü gerektirecek küresel, bölgesel ve yerel gelişme yoksa, başka değişkenlere, belki de değişmeyenlere, bakmak gerekir. Sanıyorum o değişmeyen şey, Türkiye toplumunun kriz anlarında sarıldığı söylencelerin, mitlerin hep aynı olması gerçeğidir. Milliyetçilik bu mitlerden biridir. Bu mitin değişmesi yoksulluğun, dışlanmışlığın, madunluğun, işsizliğin, şiddetin, kaynakların paylaşımındaki eşitsizliğin ve siyasal temsildeki eşitsizliğin giderilmesi ile mümkündür. Tekrar yinelemek gerekirse, milliyetçilik yaşadığımız gerilimlerin bir nedeni olmaktan ziyade, bu gerilimlerin sonucudur. Nedenlerle sonuçları karıştırmamaya ve sonuçlardan ziyade nedenler üzerinde yoğunlaşmaya özen göstermek gerekiyor.

* İ. Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi