T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

K Ü L T Ü R

Hilal ve ampulün ışığında

"Hilal ve Ampül", gazeteci-yazar Mustafa Karaalioğlu'nun Bakış Yayınları arasından çıkan kitabının adı. "Tüketim Virüsü" ve "Uygun Adım Siyaset" adlı yayınlanmış iki kitabı daha bulunan yazar, Hilal ve Ampül'de, siyaset meydanına 1970'lerin başlarında çıkan Milli Görüş hareketinin son döneminin öyküsünü anlatıyor.

Verilen meşruiyet mücadelesine rağmen ardarda kapatılmaktan kurtulamayan Refah Partisi ile Fazilet Partisi'nin geldiği çizginin bu son dönemde yaşadığı iç çatışma ve bölünme, üzerinde durulmasını gerektiren bir önem taşıyor. Karaalioğlu'yla bu dönemin üzerinde duran kitabını konuştuk.

Hilal ve Ampül'de ne anlatıyorsunuz?

Bu kitap, öncelikle yalın bir şekilde Fazilet Partisi'nin kuruluşu ile kapanışı ve ardından Saadet ve Ak Parti'nin kuruluşu sürecinin hikayesini anlatıyor. Bu çalkantılı dönemin zaman zaman dramatikleşen öyküsü ile birlikte, Türk siyasal yaşamının ve "Siyasal İslam" olarak tanımlanan bu hareketin sosyolojik ve politik analizi yapılıyor. Yani kitapta, öykü ve yorum aynı anda, aynı tempoda sürüyor. Bu, bir yandan da 28 Şubat'tan yani, Refah'ın öyküsünden miras kalan bir tempodur.

"Hilal ve Ampul", Milli Görüş çizgisini takip ve tahlil eden ilk kitabınız değil. Daha önce yayınlanmış bir de "Uygun Adım Siyaset"iniz var. Ele aldığınız çizgi ve dönemin durumundan hareket ettiğiniz için olsa gerek ilk kitabın adında bir baskı ve boyun eğme / ram olma, bu ikincisinde ise aydınlığı işaret eden iki isim üzerinden birbirine göre farklılaşma, ayrışma sözkonusu. Birbirine bu kadar yakın iki dönemde, böyle bir bakış ve duruş farkının yaşanmasını neye bağlıyorsunuz?

Aslında Refah ve Fazilet süreçlerinin ortak özelliği ne sadece "baskı" ne de "ram olma" ile açıklanamaz. Bunlar, baskılar artıkça "artık bu son" kanaatine sığınılan bir şaşkınlık ya da "nasıl olsa bir yerden sıyrılırız" umudunun egemen olduğu süreçlerdir. Her iki parti de iktidara en yakın oldukları noktada kapatıldı ve her iki parti de uzun bir süre yaşadığının kabustan ibaret olduğunu zannetti. Belki de hep kabus içinde yaşadıklarından, gerçekle yüzleşme yani kapatılma kararları sanıldığının aksine büyük bir sükunetle karşılandı. Şimdi ise, ortada bambaşka bir durum var. Milli Görüş'ün yetiştirdiği kadrolar artık iki ayrı partide ve daha da önemlisi iki farklı yorumla siyaset yapıyorlar. Kaybolan son beş yıl hesaba katılırsa, doğal olarak da bir an önce aydınlığa çıkmayı arzuluyorlar. Çünkü, hem tepedeki kadrolar hem de seçmen tabanı bu bitmez tükenmez meşruiyet savaşından bıkmış durumda.

Diğer siyasi partilerden çok, Milli Görüş çizgisini devam ettiren partileri destekleyen kitlelerin sahiplendiği semboller daha sonraları bu partileri eleştirmek amacıyla kullanıldı. Hilal ve ampul burada neyi sembolize ediyor? Semboller çatışmasının şiddetini azaltacak güçleri var mı sizce?

Ne Ak Parti ile Saadet arasındaki mücadelede, ne de bu partilerin diğer partilerle rekabetinde sembollerin, amblemlerin öne çıkacağını zannetmiyorum. Türkiye'de siyasetin bu kadar detaylanması yakın bir gelecekte mümkün değil. Dolayısıyla, belki pek alışık olunmadığı için Ak Parti'nin amblemi biraz daha çok konuşulacaktır ama seçim sath-ı mailine girildiğinde sembollere sıra gelmeyecek kadar çok majör konunun ön plana çıkacağından şüphe duymuyorum. Amblemlerin neyi sembol ettiğine gelince... Hilal belli! Geleneğin ve gelenekte ısrarın hala iyi ve garantili bir çözüm olduğuna inanan düşüncenin ürünü. Ampul ise, geleneğin katkılarını veri olarak kabul edip bunu çeşitlendirme talebini temsil ediyor. Sanılanın aksine ikisinin de birbiriyle çatışma potansiyeli içermediğine inanıyorum.

Türkiye'de yaşayan "gündem yorgunu" insanlar için geriye dönük analizler, bugünü kavramaya yardımcı olacak açılımlar ve projektör yönelterek geleceğin bilinmezliğini varsayımlar yardımıyla aydınlatmaya çalışan kitaplar son yıllarda hızla arttı. Hilal ve Ampul de onlardan biri. Siz kitabınızın en çok kimler tarafından ve niçin okunduğunu düşünüyorsunuz?

Türkiye'de yaşanan bazı yüksek tansiyonlu süreçler ve büyük olaylar aslında hiç karmaşık değil. Sorun, parça parça herşeyin büyük bir hızla yaşanması ve aradaki bağlantıyı kurmanın zor olmasıdır. Dolayısıyla, insanların bu tempoda gündem yorgunluğuna düçar olmaları kadar normal birşey olamaz. Ben kitapta işte bu yorgunluğu aldığımı ve Türk siyasal yaşamınını belki de en önemli kesitlerinden birisinin fotoğrafını tarafsız bir gözle ortaya koyduğumu düşünüyorum. Tarafsızlık... Bu çok önemli!... Özellikle Milli Görüş partileri konusundaki yazı ve yorumlarımın bu tarafsız yaklaşımımdan dolayı ilgi uyandırdığını gözlemliyorum. Kitabın okurlarının da bu özelliğin takipçisi olan kitleler olacağını sanıyorum.

Bugünleri yaşamıştık biz!

Önsözde "bu yaşadıklarımızı daha önce de yaşadığımı hissediyordum ama kitabı bitirdiğim anda farkettim ki herşey birbirine ikizi kadar benziyor" diyorsunuz...

Öyle olduğuna şüphe var mı? Fazilet'in kapatılışı hem teknik olarak hem de kullanılan bütün yardımcı malzemeler itibariyle Refah'ın kapatılışının bir kopyası gibidir. Bir takımın aynı yerden, aynı şekilde üç dakika arayla iki gol yemesi gibi bir şey. Maalesef Türkiye'deki demokrasinin düzeyi hukukun ve örgütlenme özgürlüğünün göstere göstere ihlaline müsaade ediyor. Bir maalesef de bu müsaadeyi halkın veriyor olmasına. Halk oy vererek desteklediği bu partileri haksız kapatma kararlarında yalnız bırakarak acı ama tarihi bir tecrübe üretmiştir. Doğrusu, birbirine benzeyen bu iki öyküyü üç yıl arayla kaleme almak da sadece bir yazar olarak değil vatandaş olarak da üzücü bir şey.

 
Barış içinde birarada yaşamak için NPQ

Erbakan'ı Gabin oynar, Erdoğan'ı Costner
Farzedelim ki, Milli Görüş hareketini konu alan bir film çekilecek. İsimleri seçme işini de size verdiler... Kimleri oynatır, yönetmenliğe kimi uygun görürdünüz? Çok güzel bir soru... Tabii ki, olayın bütün kahramanları hayatta olduğu için, onların oynamasını isterdim. Ama, açık söyleyeyim senaryoyu yazıp yönetmezsem o filmi seyretmem. Sadece, fikirlerime değer verirse, yönetmenliği Oliver Stone'a bırakabilirim. Oyuncuları dışarıdan seçecek olursak cast'ı hazırlamak kolay. Erbakan'ın Jean Gabin'i çok beğendiğini biliyorum. Bir defasında bana, onun "Başkan" isimli filmini anlatıp "Gabin, çok dirayetli bir aktör" demişti. O filmle, kendi siyasi kariyerinin son dönemi arasında bir özdeşlik kuruyordu sanırım. Gabin hayatta olsaydı Hoca'yı o oynardı... Tayyip Erdoğan'a da temiz yüzlü biri lazım. George Clooney ya da Kevin Costner gibi. Böyle bir filmin kadın karakteri için, haraketin içinde en şanslı isim Nazlı Ilıcak galiba. Nazlı hanımın rolünün üstesinden de ancak Madonna gelir.
28 Eylül 2001
Cuma
 
Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu
Ana Sayfa | Gündem | Politika| Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon| Hayat| Arşiv
Bilişim
| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür

Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED