|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Neşe Düzel'in, Diyarbakır Cezaevi mağduru Selim Dindar'la yaptığı söyleşiyi, bu söyleşiye tepki veren arkadaşlarımız gibi ben de "yoğun duygular" içinde okudum. Şaşırmadım, hayır... Korktum sadece. Bir kez daha direncimin kırıldığını hissettim. Neşe Düzel'in gözümüze soktuğu ve bence çok da iyi ettiği "Diyarbakır Cezaevi gerçeği"yle, yıllar önce, gazeteci Ahmet Kahraman'ın "Sanık Ayağa Kalk" adlı kitabında tanışmıştım. Moral bozucu bir okumaydı benim için ve günlerce deliliğin kıyısında, korkularla, ürpertilerle dolaştığımı hatırlıyorum. Kahraman, bir bölüğü sonradan HADEP'ten Meclis'e giren siyasilere ve tabii siyasiler kadar şansı (!) bulunmayan sanıklara (Selim Dindar'ın da bunlardan biri olduğunu bugün biliyoruz artık) uygulanan "sistematik işkence"yi anlatıyordu. Ahmet Türk ve Nurettin Yılmaz, sistematik işkenceden payını alan iki eski parlamenter... Çünkü, 12 Eylül'de "demokratik normale" müdahale ederek parlamentonun faaliyetine son verenler, milletvekili çoğunluğunu da uygun gördükleri cezaevlerine tıkıştırmışlardı. Türk de, Yılmaz da, o sırada farklı siyasi görüşleri paylaşıyordu. Ama onları buluşturan Diyarbakır Cezaevi ve "işkence" olmuştu. Selim Dindar, "İşkenceciler, cezaevindeki insanları birer militan haline getirdiler" diyor, "Bunların yüzde 80'den fazlası dağa çıktı. İnsanın, oradaki vahşeti gördükten sonra normal yaşama dönmesi çok zordur. Benim dile getirdiklerimin siyasetle ilgisi yok. Ben ülkemizde geçmişte yaşanan bir vahşeti anlatıyorum. Bugün 43 yaşındayım ve Diyarbakır Cezaevi'nden konuşulduğunda hâlâ hayattan kopuyorum. İçimdeki fren boşalıyor; bağırmak, ağlamak, haykırmak istiyorum. İçimdeki frene basamıyorum ve herkesin gözü önünde hüngür hüngür ağlıyorum..." Bugün artık biliyoruz ki, Dindar'ın anlattıkları, ülkemizdeki cezaevi gerçeğinin sadece bir yönünü, bir cüzünü oluşturuyor. Evet, Diyarbakır çok kötüydü. Mamak çok mu farklıydı sanki? Metris çok mu farklıydı? Ahmet Kahraman, kitabında, Mamak ve Metris'te yaşananlara da yer vermiş; her bakımdan dehşet verici bir tanıklık. Kürşat Bumin, dünkü yazısında "karnına basılarak, bağırsakları ve böbreği patlatılarak öldürülen Bedii Tan"ın oğlu Altan Tan'a 20 yıl sonra "başsağlığı" diliyordu, "toplum olarak işkencelerin farkına geç vardığımız için" özür beyanıyla birlikte. Ben de Ahmet Kahraman'a, 10 yıl sonra teşekkürlerimi yolluyorum. Bu konuda yazmak cesaret gerektiriyor çünkü. O, bu cesareti göstermişti... Başka "cesaret" örnekleri de var tabii, yeri gelmişken analım. Örneğin, 12 Eylül darbesinin sıcak günlerinde, Milliyet gazetesinin görevlendirdiği bir gazeteci arkadaşımız, Millî Güvenlik Konseyi'nden aldığı "özel izinle" tek tek cezaevlerini dolaşmış, gördüklerini "dizi yazı" haline getirmişti. Cezaevlerinde olağanüstü bir şey yoktu bu arkadaşımıza göre. Mahkumlar lüks koğuşlarda "beyler paşalar gibi" yaşıyordu. "Dayak ve işkence iddiaları" asılsızdı; bunlar belli çevrelerin ürettiği ve Türkiye'yi zor durumda bırakmayı amaçlayan haberlerdi. Mesela 16 yaşında idam edilen Erdal Eren hayatının en mutlu günlerini yaşıyordu ve burada olmaktan memnundu. Kim mi bu cesur gazeteci? Onu da siz bulun artık...
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |