AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

Y A Z A R L A R
Müslümanlar ne zaman 'geri' kaldı?

İslamiyet 16. yüzyıla kadar çok parlak bir uygarlığı ortaya çıkardığına göre, sorunun kaynağı İslam'ın kendinde veya İslam kültüründe değil, ülkelerin siyasi yapılarındadır. Esas olarak siyasi yapılara, rejimlerin niteliğine bakmak lazım.

Gündemi çepeçevre saran Irak operasyonu, gazeteci Meral Tamer'i aslında iki yüzyıldır gündemden hiç düşmeyen bir soruya götürdü: Neden kalkınmış tek Müslüman ülke yok? Soru zımnen şunu içeriyor: Müslümanlar 'kalkınmış' olsalardı, bu kadar aşağılanmaz, ülkelerinin sınırları cetvelle çizilmez, tepelerine bombalar yağdırılmazdı.

Sorunun bugün yeniden sorulmuş olması değil ilginç olan; okuyuculardan Meral Hanım'ın Pazar gününü berbat edecek kadar çok sayıda cevap (ve ilave soruların) yağmış olması. Kimi İslamın kaderciliğini (?) suçluyor, kimi bugünkü 'diktatör kabile yönetimleri'ni. Kimi İslamiyet'ten uzaklaştığımız için geri kaldığımız fikrinde, kimi dinde tıpkı Hristiyanlar gibi reform yapamadığımız için. En ciddi katkıyı yine bir tarihçi yapmış. Şevket Pamuk'a göre, 'İslamiyet 16. yüzyıla kadar çok parlak bir uygarlığı ortaya çıkardığına göre, sorunun kaynağı İslam'ın kendinde veya İslam kültüründe değil, ülkelerin siyasi yapılarındadır. Bu ülkelerde kurumlar yeterince esnek ve dinamik değil ve uzun süredir de böyle devam ediyor. Esas olarak siyasi yapılara, rejimlerin niteliğine bakmak lazım.'

Din ile ekonomik gelişme (kapitalizm) arasındaki ilişkiyi en çarpıcı biçimde ele alan iki 20. yüzyıl başı toplumbilimci Max Weber ile Werner Sombart oldu. İkisinin de Alman olması hiç şaşırtıcı değil. Almanya 19. yüzyıl ortalarına kadar görece 'gerikalmış' bir ülkeydi. İngiliz iktisatçılar Ricardo'dan itibaren (1820'ler) ulusların zenginliğinden çok, zenginliğin bölüşümüne kafa yorarken; başta List olmak üzere Alman iktisatçılar korumacılık yoluyla nasıl zengin olabileceklerini tartışıyorlardı. Korumacılık (merkantilizm) önce Flemenkler'in Asya ticaretindeki Portekiz hegemonyasını kırma siyasetiydi, sonra İngilizler'in amentüsü oluverdi. Kapitalist sistem içinde, yeterince güçlenen 'liberal' oluverir. Arkadan gelenlerse korumacılığa sarılırlar. Bu psikoloji içindeki Alman tarihçi okulunu devam ettiren Weber ile Sombart, din ile kapitalizmin yükselişi arasında bir korrelasyon gördüler. Weber'in maden ocağı Protestanlık (özellikle Kalvencilik) idi; Sombart'ınki Yahudilik (Judaism).

Her iki tez de geride kaldı. Weber'in 'rasyonel' kapitalist işletmesinin bütün özellikleriyle Rönesans 'İtalya'sında mevcut olduğu kanıtlandı. Katolik Floransa, Venedik, Cenova veya Prato, çok sayıda kapitalist girişimci ve kuruma sahipti. Son otuz yılda yapılan çalışmalar, kapitalist 'ruh' ve kapitalist işletme biçimlerinin Surat'tan Melaka'ya kadar bütün bir Hind dünya-ekonomisinin öne çıkan vasfı olduğunu göstermektedir. Benjamin Franklin'den daha iyi kapitalist prototip bulamayan Weber, Hind'e bakabilseydi Molla Abdülgafur'dan Virji Vohra'ya kadar sayısız 'süper milyoner' görebilirdi. Çin'e bakabilseydi, 1600 yılında bütün Batı Avrupa'nın (12 ülke) toplamından yüzde 70 daha fazla üretim yapıldığını görürdü.

Avrupa ne zaman öne geçti?

Yirminci yüzyılın önemli iktisat tarihçilerinden Angus Maddison, geçen yıl OECD'nin desteğiyle mükemmel bir dünya iktisat tarihi yayımladı: The World Economy: A Millennial Perspective (Paric: OECD, 2001.) Çalışmaya göre, bugünkü Avusturya'dan İngiltere'ye, İtalya ve Almanya'dan Fransa'ya kadar 12 ülkenin miladi 1000 yılındaki gayrı safi hasılası (1990 uluslararası doları baz alındığında) yaklaşık 10 milyar dolar; buna karşılık Çin'inki 26.5 milyar dolar, Hind'inki ise 34 milyar dolar. Asya toplamı için verilen rakam 82 milyar dolar, Afrika 14 milyar dolar.

Beşyüz yıl sonra, yani coğrafi keşiflerin eşiğinde, durum çok farklı değildir: Yaklaşık 250 milyar dolarlık dünya hasılasının 38 milyar doları Batı Avrupa'da, 5 milyar doları Portekiz ve İspanya'da, 7 milyar doları Latin Amerika'da, 8 milyar doları Japonya'da, 62 milyar doları Çin'de, 61 milyar doları Hind'de üretilmektedir. Asya toplamı 161 milyar dolar, Afrika ise 18 milyar dolardır. 1700 yılında toplam hasıla 371 milyar dolara çıkmıştır. Bunun 73 milyar doları Batı Avrupa'da, 83 milyar doları Çin'de, 91 milyar doları ise Hind'de üretilmektedir. Tekstile dayalı birinci sanayi devriminin yaşanmış olduğu 1820'de bile durumda önemli bir değişiklik olmamıştır: toplam 695 milyar dolarlık dünya hasılasının 145 milyar doları Batı Avrupa'da, 21 milyar doları Japonya'da, 229 milyar doları Çin'de, 111 milyar doları ise Hind'de üretilmektedir. (Sömürgeleşen Hind'in nasıl Çin'in gerisinde kaldığına dikkat ediniz.)

1870'te Avrupa ile Asya arasındaki fark kapanmıştır: 1 trilyon 101 milyar dolarlık hasılanın 339 milyar doları 12 ülkeli Batı Avrupa'da, 98 milyar doları ABD'de, 190 milyar doları Çin'de, 135 milyar doları ise Hind'de üretilmektedir. 1950 yılında Batı Avrupa 1.287 milyar dolar, ABD 1.456 milyar dolar, Japonya 160 milyar dolar, Çin 240, Hind ise 222 milyar dolardır. Nihayet 1998 yılına ait rakamlarla noktalayalım: Dünya hasılası yaklaşık 34 trilyon dolar. Batı Avrupa'nın payı 6 trilyon dolar, ABD 7.4 trilyon dolar, Japonya 2.6 trilyon dolar, Çin 3.9 trilyon dolar, Hind ise 1.7 trilyon dolar. (Rakamların 1990 dolarına ve satınalma gücü paritesine göre hesaplandığını lütfen akılda tutunuz.)

Modern ekonominin yağı: Gümüş

Avrupa'nın ekonomik gelişme bakımından Asya'yı sollaması neredeyse bir 20. yüzyıl olgusudur. Ondokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar iki kıta arasında ciddi bir fark yoktur. Metalürjiye dayalı ikinci sanayi devrimi, buna bağlı olarak gelişen demiryolları, silah teknolojilerindeki ilerleme ve Avrupa'nın askeri gücünü kullanarak Asya'yı sömürgeleştirmesi, temel gelişmeler arasındadır. Bu süreçte din olsa olsa marjinal bir rol oynamıştır. Esas mesele siyaset ve emperyalizmdir. Meral Tamer, 'haddini bilen' bir gazeteci olarak, bu konuda tarihçi ve sosyal bilimcilerin konuşması gerektiğini söylüyor. Üç yıl önce Divan dergisine yazdığım ve 1500-1800 arası Avrupa, Çin, Hind ve Osmanlı ekonomilerini karşılaştırmalı biçimde irdeleyen yazımın bir bölümünün özetini sunuyorum.

"Modern dünya ekonomisinin anahtarı, 'denizin ve gümüşün yeniden keşfi' idi. Bu keşif sayesinde, onaltıncı yüzyılda uluslararası ticaretten 'dünya ticareti'ne geçildi. Aslında denizi 'keşfedenler' Avrupalılar değildi. (Vasco da Gama'yı Doğu Afrika'dan Hindistan'a ulaştıran, Guceratlı Müslüman bir kaptandı.) Çin gemileri onbeşinci yüzyıl başlarında Doğu Afrika sahillerine kadar uzun mesafeli seferleri başarıyla gerçekleştirebiliyorlardı. Müslüman bir devşirme olan ünlü amiral Cheng Ho komutasındaki Çin donanması 1405-33 arasında yedi destansı sefer ile Çin devlet ve tüccarının mübadele ağını Çin denizinden Ümit Burnu yakınlarına kadar genişletmişti. Çinliler isteseydi Afrika'yı dolaşıp, Pasifik'i aşarak Yeni Dünya'ya ulaşabilirlerdi. Ming imparatorları (iç siyasi nedenlerle) bunları yapmaktansa deniz keşiflerini ve ticareti bir yana itip, 1433'ten itibaren toplumlarını içe kapattılar. Böylece, dışarıya doğru çıkış yolu arayan Avrupalı girişimci ve monarkların ekmeğine yağ sürdüler. (Haklarını yemeyelim: Avrupa'da onlara çekici gelecek bir mal arzı da yoktu!) Avrupalılar dünya tarihinde ilk kez olarak bütün dünya denizlerinin birbirine bağlandığını ve hepsinde seyredilebileceğini öğrendiler. Bu girişimleri finanse edenlerse Avrupalı monarklardı.

Küresel denizin keşfi böylece nakliye teknolojisi engelini bertaraf edip dünya ticaretini kolaylaştırıyordu, ama Avrupa'nın Asya ile (ve Asya-içi) ticarette rol oynayabilmesi için, Asya'ya rekabetçi şartlarla sunabileceği bir mal arzı mevcut değildi. Geniş üretim bölgeleri olan Hindistan, Güney Asya ve Çin'in ise her geçen gün genişleyen bir para (gümüş) arzına ihtiyaçları vardı. Amerika'nın keşfi, Avrupalılar'a Asya sistemine girebilmek için gerekli gümüş arzını sundu. Asya, genişleyen iç ekonomisi için gümüşe bu denli ihtiyaç duymasaydı, Avrupalılar'ın Amerika keşfi fazla kazancı olmayan bir serüvene dönüşürdü.

Asyalı girişimci rasyoneldi

Asya'nın büyük üretim bölgeleri arasında, kökü çok eskilere uzanan bir mübadele sistemi vardı. Mübadelede kara (kervan) yolları olduğu kadar, deniz yolu da kullanılıyordu. Asya'nın dört bir yanında ticaret diasporaları mevcuttu. Örneğin, onyedinci yüzyılda ve onsekizinci yüzyıl başlarında İran'da 'binlerce ve belki de onbinlerce Hindli işadamının yaşadığı ve iş yaptığı' bilinmektedir. Bunlar Rus bölgelerine kadar uzanmakta ve (Braudel'in tabirini kullanırsak) Hind eksenli bölgesel bir dünya-ekonomi meydana getirmekteydiler. Onyedinci yüzyılda İngiliz ve Flemenk tüccarının tek tük boy gösterdikleri Astrahan, Volga şehirleri ve Moskova'da Hind diasporası egemen konumdaydı. Bu asırlarda en önemli girişimcilerin hep Avrupalı olduklarına dair yaygın kanaatin kaynağı bilgisizliğimizden başka birşey değildir: Bugüne kadar, Andre Vinius adlı bir Flemenk girişimcinin Rusya serüveni hakkında, onyedinci yüzyıl boyunca İran, Turan ve Rusya'daki bütün Hind tüccarı hakkında yazılanlardan daha fazlası yazılmıştır. Philip Curtin'in ufuk açıcı çalışması ticaret diasporalarının 5500 yıllık uzun tarihine ışık tutmakta ve Afro-Avrasya dünya-ekonomilerinin ne denli etkin bir işleyişe sahip olduklarını göstermektedir. Çin, Ermeni, Yahudi, Arap ve Hind diasporalarının tarihi araştırıldıkça, tipik Asyalı girişimcinin 'rasyonel' Avrupalı meslektaşından hiç de farklı olmadığı anlaşılmaktadır. Filhakika, farklı olması için bir sebep de yoktur.

Erken modern dönemin üç büyük Müslüman idaresi (Osmanlı, Safevi ve Babür) onaltı, onyedi ve onsekizinci yüzyıllar boyunca Yakındoğu ile Güney Asya'nın geleneksel medeniyet merkezleri arasında etkili sayılabilecek bir Pax Islamica oluşturmuşlardı. Bu göreli güvenlik ortamı hem iç, hem dış ticareti teşvik ediciydi. Onyedinci yüzyılda Rusya da bu geniş pazarın parçası olmaya çalıştı ve yabancı tüccarın ülkeye yerleşmesine kapı araladı. Her dinden tüccar Akdeniz'den Çin Denizi'ne kadar neredeyse sınırsız bir hürriyet içinde ve İslam ticaret hukuku çerçevesinde ticaretini yürütebiliyordu. Goitein'in onuncu yüzyıl ortalarından onüçüncü yüzyıl ortalarına kadar Akdeniz bölgesindeki ticaret hayatı için söyledikleri erken modern dönemin genel Asya ticareti için de geçerlidir: 'İnsanlar, mallar ve kitaplar Akdeniz boyunca neredeyse kısıtsız seyahat ediyordu. Bölge birçok bakımlardan bir serbest-ticaret topluluğunu andırıyordu.' Edmund Herzig erken modern dönemin 'Ermeniler'i için aynı şeyden bahsetmektedir: Osmanlı İmparatorluğu'nun Akdeniz limanlarından Endonezya takımadalarına kadar Ermeniler seyahat etmek ve ticaret yapmakta tamamen serbest idiler."

Üstünlüğün kaynağı ticaret değil, şiddet

Avrupa'nın ticari üstünlüğünün temel dayanağının rasyonel biçimde işleyen, büyük ölçekli 'anonim şirketler' olduğu söylenmektedir. İrfan Habib, Avrupa tüccarının Asya tüccarı üzerindeki zaferinin bir büyüklük ve teknik meselesi olmadığını; şirketlerin 'çerçiler' üzerindeki, ortak-sermayenin atomize sermaye üzerindeki, denizcilerin kara tüccarı üzerindeki zaferi olmadığını sarahatle ortaya koymaktadır. 'Bu daha ziyade, aritmetik ve simsarlığın bir hal çaresi bulamayacağı silahlı savaşçıların zaferiydi.' Cebir devreye girmediği, yani Hind sularında yüzyıllardan beri süregelen müdahalesiz rekabet ortamı devam ettiği müddetçe Asya tüccarı Avrupa şirketlerinden daha rekabetçi olduğunu rahatlıkla sergileyebiliyordu.

Serbest ve açık rekabetin olduğu her durumdan Asya tüccarı galip çıkıyordu. Doğru, bugünün uluslararası şirketlerine benzetebileceğimiz Bengal kapitalistlerinin onsekizinci yüzyıldan sonra gün gün defterleri dürüldü, fakat bu durum sermaye yetersizliğinin veya girişimci beceriksizliğin değil, İngilizler'in (ekonomi dışı) kasıtlı eylemlerinin sonucuydu. Flemenk-Asya ticaretinin 'kitabını yazan' Glamann, Doğu Hind şirketlerinin Asyalılar'a karşı ancak deniz veya kara askeri güçlerini kullandıkları zaman başarılı olabildiklerini söylüyor. Dale bir adım daha öteye giderek, askeri üstünlüğün bile temel mesele olmadığını, Avrupa ile Asya arasındaki kritik farkın siyasi örgütlenmede yattığını belirtmekteydi.

Üç dünya-ekonomi: Çin, Hind ve İslam

İslamiyet'in doğuya doğru genişlemesini ve hegemonya kurmasını bütünüyle ele aldığımızda Hind Okyanusu çevresinde bir dünya-ekonomi oluşturduğu gerçeğiyle yüzyüze gelmekteyiz: Merkezde Hindistan, iki dinamik kutbunda ise Çin ile Ortadoğu. Portekizliler'in bölgeye gelmesinden çok önce, Doğu Afrika ve Habeşistan'dan Arabistan, Yemen, İran, Hindistan ve Endonezya takım adalarına kadar bu bölgenin üniter bir İslami kimlik, ayırdedici bir tarihsel kişilik kazandığı; bunların bölgeyi dünyanın en geniş kesintisiz kültür alanı haline getirdiği açıktır. Avrupa'nın onaltıncı yüzyıldaki ticari katılımı bu süreci başka yöne çekmemiş, öyle görünüyor ki son tahlilde yeni bir itişle genişletmiştir. Akdeniz'de Latin-Hrıstiyan ve Türk-İslam medeniyetleri birbirlerinden uzaklaşırken, Hind Okyanusu giderek bir İslam havzası, 'Arapça konuşulan bir Akdeniz' haline gelmiştir. Braudel bu bölgede bir değil üç dünya-ekonominin mevcut olduğunu belirtmektedir: Kızıldeniz ve Basra Körfezi üzerinden Hind Okyanusu'na bakan, Arabistan'dan Çin'e uzanan sonsuz çöller zincirini kontrol eden İslam; nüfuzu Hind Okyanusu boyunca doğuya ve batıya doğru genişleyen Hind; ve, hem Asya'nın kalbine doğru uzanan büyük bir kara gücü, hem Pasifik'le sınırdaş deniz ve ülkeleri kontrol eden bir deniz gücü olarak Çin. 'Fakat onbeş ve onsekizinci yüzyıllar arasında, bu üçünü birden içine alan bir tek dünya-ekonomiden söz etmemiz mümkündür' diyor. Ortaçağ 'Avrupalılar'ı için Hind Okyanusu, yoksul Batı'ya karşı büyük bir zenginlik bölgesidir. İslam fetihleri ve Ortadoğu ile yoğun ticaret sayesinde altın dinar ile gümüş dirheme dayalı birleşik bir para sistemi bu dünya-ekonominin can damarı olmuştur.


9 Mart 2003
Pazar
 
MUSTAFA ÖZEL


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED