|

27 Mayıs İhtilalinin 61. yılında ordumuzun dünü bugünü

Bugün ordumuzla ilgili önemli bir statü/protokol düzenlemesi yapılmış ve başarılı bir şekilde uygulamaya koyulmuştur. 27 Mayıs darbesinden itibaren cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin yürürlüğe girmesine kadar başbakana bağlı olan genelkurmay ve onun başkanı milli savunma bakanına bağlanmıştır. Bu bütün demokratik Batılı ülkelerde geçerli olan uygulamadır. Mevcut genelkurmay başkanının milli savunma bakanı yapılması yeni uygulamaya iyi bir başlangıç oldu. Hiç kimse ve hiçbir kesim tarafından yadırganmadı.

00:00 - 28/05/2021 Cuma
Güncelleme: 07:29 - 28/05/2021 Cuma
Yeni Şafak
Fotoğraf: Arşiv
Fotoğraf: Arşiv
İSMAİL ÖZCAN: EĞİTİMCİ/YAZAR

27 Mayıs 1960 İhtilalinden 2007’lere kadar geçen yaklaşık 50 yılda ordunun sistem içindeki yeri Batılı demokratik ülkelerde geçerli durumla hiç örtüşmüyordu. Çünkü 27 Mayıs Anayasası ve ona dayalı yasalar ordunun devlet yapılanması içindeki rolünü ve ağırlığını demokrasi ile izahı mümkün olmayacak kadar yukarılara çekmişti. Gerçek demokratik ülkelerde ordunun hiçbir kayıt ve şarta bağlı olmadan sandıktan çıkmış sivil iradenin emrinde olması tam bir teamül haline gelmiştir. Buna göre hangi rütbe ve mevkide olursa olsun hiçbir komutanın demokratik sivil otoritenin izni ve bilgisi olmadan ülke ve toplumun kaderine ilişkin bir inisiyatif kullanması mümkün değildir. Türkiye’de ise ordu sözünü ettiğimiz 50 yıl boyunca çok geniş yetki ve ayrıcalığa sahip olmuştur. Buna dayanarak 1960’tan sonra meşru siyasal iktidarlara farklı dozlarda üç defa daha müdahale etmiş, iktidarları düşürmüş, yeni anayasalar yapmış veya mevcutlarda radikal tadilatlara girişmiştir.

AMAÇ SİVİL SİYASETİ ENGELLEMEK

  • 27 Mayıs Anayasası, 1950’li yıllar boyunca süren Demokrat Parti iktidarlarına bir tepki olarak atanmışları seçilmişlere karşı güçlendiren değil, üstün kılan bir mantığa sahipti. Halka güvensizlik de bu mantığın gizli gerekçelerinden biriydi. Özellikle ordu ve yüksek yargı çok geniş yetkilerle donatılmıştı. Amaç her ne kadar başka demokratik ülkelerde olduğu gibi seçilmişlerin iktidarını sınırlamak ve hukuk denetimine tabi kılmak olarak ifade edilmişse bile sivil iktidarın engellenmesi de bu amaca dâhildi. Bu konuda birçok uygulama da yaşanmıştı. Merhum Süleyman Demirel, 1965-71 yılları arasındaki altı yıllık tek başına iktidarında sık sık 27 Mayıs Anayasasıyla devlet idare etmenin çok zor, hatta imkânsız olduğunu dile getiriyordu. Süleyman Demirel, iktidarın icraatlarıyla ilgili olarak özellikle Danıştay tarafından verilen
    “yürütmeyi durdurma”
    kararlarının idareyi iş yapamaz hale getirdiğinden şikâyet ediyordu. Bu şikâyetini de meydanlarda,
    “davul benim omzumda, tokmak başkasının elinde”
    diye ifade ediyordu.
Ordu tarafından iki defa meşru iktidarından uzaklaştırılan Süleyman Demirel’in 1980 ihtilalinden sonraki yasaklı yıllarında gazetecilere Türk ordusunun sistem içindeki ayrıcalıklı konumuyla ilgili olarak anlattığı ünlü bir fıkrası vardı ve şöyleydi:
“Allah önce milletleri, sonra bu milletler için orduları yaratmıştır. Mesela Allah önce Alman milletini, sonra bu millet için Alman ordusunu yaratmıştır. Allah önce Fransız milletini, sonra bu millet için Fransız ordusunu yaratmıştır. Türkiye’ye gelince, Allah önce Türk ordusunu, sonra bu ordu için Türk milletini yaratmıştır.”

28 ŞUBAT DARBESİ

28 Şubat sürecinde ordunun dayatmasıyla Refah-Yol koalisyonu alavere-dalavere ile iktidardan düşürülmüş, mecliste çoğunluğu olmayan Mesut Yılmaz, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve vesayet odaklarının işbirliği ile başbakan yapılmıştır. Bu yıllarda cumhurbaşkanı olan Süleyman Demirel, uzun yıllar meydanlarda attığı nutuklarla savunduğu politikaların tam tersine bir tutum içine girmiş; sandık karşıtı, antidemokratik odaklar olarak nitelediği partiler, kurumlar ve çevrelerle iş birliği yapmıştır. Kendisini iki defa iktidardan indiren darbeci orduyla, darbeci parti ve yapılarla birlikte politikalar üretmekten çekinmemiştir. Cumhurbaşkanı olmadan önce her fırsatta çok mantıklı, çok tutarlı eleştiriler yönelttiği laik, Atatürkçü, vesayetçi çevrelerin gönlünü fethedecek jestler yapmayı bile ihmal etmemiştir. Bu jestlerden biri de 28 Şubat günlerinden birinde, Refah-Yol Koalisyonu karşıtlarının doldurduğu, ünlü 9. Senfoninin çalındığı bir salonda, “İşte çağdaş Türkiye!” diye tezahürat yaparak salondakileri coşturmasıdır.

KAĞIT ÜZERİNDE KALAN DÜZENLEME

Ordu bilindiği gibi o günlerde cari anayasa ve yasalara göre başbakanlığa bağlı bürokratik bir kurum, genelkurmay başkanı da doğrudan başbakana bağlı bir bürokrattır. Ama bu düzenleme en çok da bu dönemde kâğıt üzerinde kalmıştır.

  • Mesut Yılmaz’ın başbakanlığa getirilmesinden sonraki günlerde ordunun irtica ile mücadelede başına buyruk davranışlar içine girmesi, adeta öküz altında buzağı aramaya kalkması ve bu yüzden şikâyetlerin artması üzerine Başbakan Mesut Yılmaz,
    “Ben orduya bu konuda bir emir vermedim”
    diye bir açıklama yapmıştı. Genelkurmay hemen ertesi gün karşı bir açıklama yaptı:
    “Genelkurmay emirleri şahıslardan değil, yasalardan alır!”
Bu devirde ordunun ve ordu adına yapılan antidemokratik çıkışların unutulmaz örnekleri vardır. Bu dönemde genelkurmay genel sekreteri olan bir tüm general, zamanın içişleri bakanı olan hanımın bir açıklaması üzerine,
“O kadın çenesini tutsun, yoksa onu kazığa oturttururum”
demişti. Yine Kayseri Jandarma bölge komutanı olan bir tuğgeneral, Başbakan Erbakan’dan,
“Kim lan bu adam!”
diye bahsedebilmişti. Had bilmezliğin bu kadarına ve kamuoyundaki beklentilere rağmen her iki general için de ne hukuki, ne idari hiçbir işlem yapılmamıştı.
  • Demokratik Batı ülkelerinde genelkurmay başkanları dahi kamuoyunca bilinmez, tanınmazken, sözünü ettiğimiz yıllarda Türk kamuoyu sadece genelkurmay başkanını değil, kuvvet ve ordu komutanlarının bile adını biliyordu. Çünkü her gün antidemokratik bir çıkışla gündemde oluyorlardı. Sivil iradeye en çok kafa tutan, bu maksatla en çok demeç patlatan komutan ordu içinde ve vesayetçi çevrelerde en cesur, en Atatürkçü komutan olarak niteleniyordu. AK Parti iktidarlarının ilk yıllarında genelkurmay başkanlığı yapan Hilmi Özkök, Batılı standartlarda demokrat, ordunun sivil iradenin denetiminde olmasını içselleştirmiş bir komutan olduğu için sözünü ettiğimiz nitelemelere hiç muhatap olamamıştı.

Ordu, vesayetin patronu olarak ta 1960’lardan itibaren özlük ve başka ekonomik haklar bakımından dünyadaki başka hiçbir orduyla kıyaslanamayacak ayrıcalıklar elde etmişti.

Ordumuz, AK Parti iktidarlarının ilk yıllarında da göze batacak kadar hareketlilik içinde olmuş; bazı generaller çekincesiz, kamuflajsız siyasal iktidar karşıtı çıkışlar yapmışlardır. 27 Nisan 2007’de Genelkurmayın internet sitesinden mevcut AK Parti iktidarını hedef alan okkalı bir muhtıra yayımlanmıştır. 2007’de halktan yüzde 47 oy alarak ikinci defa iktidar olmuş AK Parti için vesayetçi çevrelerin telkinleriyle kapatma davası açılmış, AK Parti bu davada kapanmaktan kıl payı kurtulmuştur. Bu gelişmeler özellikle laik/Kemalist çevreleri açık seçik bir darbe beklentisi içine sokmuştur. İşte tam bu ortamda, Haziran 2007’de, seneler sonra FETÖ kumpası olduğu anlaşılan, birkaç yıl süren Ergenekon ve Balyoz davaları başlamıştır. Bu davalar bu yazının konusu değil.

AK PARTİ İLE DEMOKRATİK DÖNÜŞÜM

  • Bugün ordumuzla ilgili önemli bir statü/protokol düzenlemesi yapılmış ve başarılı bir şekilde uygulamaya konmuştur. 27 Mayıs darbesinden itibaren cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin yürürlüğe girmesine kadar başbakana bağlı olan genelkurmay ve onun başkanı milli savunma bakanına bağlanmıştır. Bu bütün demokratik Batılı ülkelerde geçerli olan uygulamadır. Mevcut genelkurmay başkanının milli savunma bakanı yapılması yeni uygulamaya iyi bir başlangıç oldu. Hiç kimse ve hiçbir kesim tarafından yadırganmadı. Ordumuzda son yıllardaki en önemli yenilik profesyonel orduya geçişte ciddi bir mesafe alınmış olmasıdır. Son senelerde gerek terör ve gerekse diğer askeri harekatlarda düşmanla sıcak çatışmaya girecek bütün er ve erbaşlar sözleşmeli memur statüsünde. Artık vatan görevi olarak askerliğini yapan gençlerimiz yeterli olmadığı bilinen bir eğitimle sıcak çatışmaların içine atılmıyor.

YERLİ VE MİLLİ SİLAH ÜRETİMİ

Ordumuz yine son senelerde silah araç gereç, yani ateş gücü bakımından gelişmiş ülke ordularından hiç aşağı kalmayacak şekilde donatılmıştır. Bu donatımda yerli silah araç gereç üretimin çok büyük payı bulunmaktadır. Hatırlayalım ki 1990’lı yıllarda ordumuz terörle mücadele için bile gerekli silah ve mühimmatı hem gerekli döviz eksikliği, hem de muhatap ülkelerin silah ambargoları sebebiyle temin etmekte güçlüklerle karşılaşıyordu. Bugün ordumuzun bu anlamda ciddi bir sorunu yoktur. Son iki üç yıl içinde ordumuz Suriye’deki gelişmeler üzerine dört defa sınır ötesi harekat gerçekleştirdi; bunların hiçbirinde ihtiyaç duyduğu herhangi bir silah araç gereç ve mühimmat eksikliği duymadı. Bu süreçte milli üretim silahlar ve mühimmatların ise ordumuzun elini iyice güçlendirdiği görüldü. Düzenli, disiplinli, ateş ve manevra gücü yüksek, sivil iradeye saygılı bir ordu Türk milleti için her zaman baş tacı olacaktır.

#27 Mayıs
#Anayasa
#28 Şubat
3 yıl önce