Aydın Ünal, Hayrettin Karaman, Ali Saydam, Merve Şebnem Oruç, Süleyman Seyfi Öğün'ün yazılarının en dikkati çeken bölümleri:
Eğer Kürtler olmasaydı
Yaklaşık 250 yıldır devam eden çarpık Batılılaşma ve modernleşmeye karşı Türkler ve Kürtler birlikte direndiler. 250 yıl sonra, Anadolu topraklarında hala ezan okunuyorsa, hala camiler dolup taşıyorsa, topraklarımız hala İslam toprağıysa, milliyetimiz bir ise, bu, Türklerle Kürtlerin ortak direnişinin eseridir.
'Geciken adalet adalet değildir' hükmü
Gezi'nin bahanesi kesilen birkaç ağaç idi, yürüyüşün bahanesi de adaletsizlik.Adaleti herkes, her zaman ve her yerde istemeli, gerçekleşmesi için elden gelen gayret meşru yollardan sonuna kadar sarfedilmelidir; bu hususta fikir ayrılığına yer yoktur. Ama başkalarına adil davranılmadığı, haksızlık yapıldığı, başkaları hak ettiğini alamadığı zamanlarda seslerini çıkarmayan, “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” diyen, sonra “kendi değerlendirmelerine göre adaletsizliğin” ucu kendilerine dokununca gürültü koparan, toplumu adalet için yardıma çağıran kimselerin samimiyetleri arızalıdır ve davranışları işe yaramaz.
“Kendi değerlendirmelerine göre adaletsizlik ” kaydını niçin koydum?Çünkü mutlak adaleti de evrensel hukuka göre izafi adaleti de gerçekleştirmek imkânsıza yakın derecede zordur ve nadirdir. Bir ülkede harici müdahaleler olmadan uygulanan mevzuata göre gerçekleşen hukuki-izafi adaletle yetinmek zorunluluğu vardır.
'İnsansı' benzeri düşünenler olduğu gibi…
Bundan 6 yıl önce, 5 Ekim 2011’de Akşam gazetesindeki yazımızda şöyle demişiz:“Her meslekte ‘olağanüstü anlar’ vardır. Biraz da ‘çizginin dışında’ olma anlarından söz ediyorum. Prof. Dr. Celal Şengör’ün büyük ’99 depremi için kullandığı ‘yakışıklı’ sözcüğünde ifadesini bulan bir ‘garip’ olağanüstülük mesela... Bir başka deyişle ‘Herkesin Kendi Everesti’nin zirvesine çıktığını sandığı anlar.
‘Başarı’dan söz etmiyorum... Mesleklerin kuramıyla pratiğinin ‘bu kadarı da olur mu?’ dedirten muhteşem buluşmasına tanık olmak mazhariyetine erişebilme hazzı. Veya bu türden heyecanlar, belki de bir mesleğin tarihini bilip de geleceği üzerine de kafa yorabilen ender insanlar için haz ve anlamın çakıştığı anlardır.… Başbakan’ın BM toplantısından dönüşte uçağıyla Türkiye’ye getirdiği 1900 yıllık ve 200 kilo ağırlığındaki Herakles heykelinin üst parçasının Antalya Müzesi’ndeki alt parçasıyla buluşturulup, ayağa kaldırılması gerçekten de ‘görülesi’ özel anlardan biri. Herakles’in belden alt parçasını bulduğunda rahmetli Prof. Dr. Jale İnan ve ekibinin yaşadığı ‘yakışıklı’ heyecanın ölçüsünü tahmin edemeyiz ama galiba Antalya Müzesi’nin şifreli kozmik deposunda özel yetkili uzmanlarca tek parça haline getirilen Herkül’ün yeni halini ilk gören kim varsa hepsinin sevincini paylaşabiliriz.”
Davet-toto galibi gibi kasıla kasıla dolaşması...
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve eşinin geçenlerde Huber Köşkü’nde verdiği medya iftarının magazin boyutu sanatçı/sporcu iftarından bile fazla konuşuldu. Medyada hala yeni sayılırım, malum ‘ortam’ları pek bilmiyorum; sakal-bıyıktan gizli gizli sigara içenlere ve göstere göstere namaz kılanlara yazılanlara bakınca “Medya-siyaset ilişkisi acaba biraz da böyle bir şey mi?” diye düşünmedim değil.
Davete katılan ve davet edilmeyenler hakkında bolca dedikodu yapılacağını herkes tahmin ediyordur muhakkak ama bu kadarını beklemiyordum. Bir köşe yazarının, muhalefet etmekle etmemek arasındaki çizgiyi fark etmiş olanların davetli listesinde olduğunu ifade edip, “İhanet içindekilerse davet edilmemişlerdi zaten,”demesineyse hayret ettim.Hay Allah...
'Savaştırdıklarının yanında savaşarak'
Ortadoğu giderek daha fazla kördüğüm hâline geliyor. İşin şaşırtıcı tarafı, bu kördüğüme, onunla pek de uyuşumlu olmayan bir beklentinin eşlik ediyor olmasıdır. Çok sayıda insanın beklentisi birgün bu kaosun sona ereceği doğrultusunda. Evvelâ bu düşünceyi zihnimizden silmek zorundayız. Bu da ancak Ortadoğu’yu küresel bir değerlendirmeye uygun görmeyi gerektiriyor.Hesap hayli açık: Sermâye ile devlet ve ulusal yapılar arasındaki uçurum alabildiğine büyümüş durumda. Artık palyatif siyâsetlerle kapatılacak durumda değil. Önce bunu bir gözden geçirelim. II. Genel Savaş sonrasında bu üçlü arasında sağlanmış olan denge 1970’lerden başlayarak aşama aşama bozuldu. Dolar temelli sermâye insafsızca büyüdü. İşlemleri yerleşik kurumsal yapıları aştı. On seneler boyu ne ulus, ne de devlet, sermâyenin bu taşkınlıklarına direnemedi. Sınır tanımaz sermâye “büyüdü”; buna mukâbil, devletler küçüldü uluslar parçalanmaya zorlandı. Küreselleşme kavramı ve ideolojisi sermâyenin sınır tanımazlığını mutlaklaştıran ve âdeta bir kader gibi insanlığa empoze eden bir işlev gördü. Devleti dinozorlaştıran ekonomizm, teknolojizm; ulusu ise tartışmalı hâle getiren her türlü kültüralizm aşındırıcı etkileriyle tezâhür etti. Bu tezler çok da yanlış değildi. Gerek devlet, gerek ulus elbette târihsel olarak sorunluydu; ama onları sözüm ona ikâme ettiği varsayılan ve parlatılan yeni değerlerin insanlığa ödeteceği bedellerin ne kadar ağır olabileceği çok tartışmalıydı. Artık anlıyoruz ki, bu değerlerin de bir manâsı kalmadı. Son krizlerin ardından şâhit olduğumuz evrede devlet ve ulusal yapılar yeniden direnç kazanıyor ve sermâye ile ağır bir savaşa giriyor. Bu savaşın henüz başındayız. Kimin gâlip geleceğini yaşayan görecektir. Ama bu savaşın insanlığa büyük bir bedel ödeteceği artık çok berrak bir şekilde izlenebiliyor.