Prof. Dr. Özcan Köknel, Türk psikiyatrisinin yaşayan bilgesi...91 yaşındaki “Hocaların Hocası” olarak da bilenen Köknel, sadece hastalıkların tanı ve tedavisi ile ilgilenmeyip, toplumsal ruh sağlığı için de önemli çalışmalara imza atmış. Geçtiğimiz günlerde Hayykitap’tan çıkan gazeteci Mert İnan’ın hazırladığı ‘Bilgenin Aynası’nda adlı kitapta Prof. Dr. Özcan Köknel’in tüm hayatının yanı sıra, toplumsal ruh sağlığımıza önemli ilişkin tespitleri de yer alıyor. Biz de bu vesile ile Özcan Köknel ile bir araya geldik. Son dönemlerdeki aile eksenli sorunlara nasıl çözüm bulanacağını sorduk. Köknal, bize 80’li yıllarda başlattıkları Ana-Baba Okulu girişiminin yeniden harekete geçmesi gerektiğini söyledi ve ekledi: “O dönem bu konuya el atılmış olsa, belki de kadına şiddet, ensest veya çocuk istismarı gibi yüz karası meseleler bugün ülke gündeminde olmayacaktı. Aradan yaklaşık kırk yıl geçti, biz bir adım yol gidemedik. Bu tür bilgiler yetkili ve etkili kişiler tarafından verilir ve bu sürekli olursa toplumsal ilişkilerdeki olumsuzluk sorunları çözülür, bunu başka bir yolu yok.” dedi.
Son yirmi yıl içerisinde X, Y ve Z gibi yeni kuşaklar çıktı. Bu kuşaklar 35-40 yaşını geçmiş olanları çağdışı olarak görüyor. Bu kuşaklar dışında kalanlar da, onların davranışlarını anlamaya çalışmıyor ve değişikliklerden haberdar olmuyor. Kendi inançlarına ve düşüncelerine ters geldiği için onları dışlıyor. Eğer bir çözülme var ise bunun sebebi yaşlıların gençleri gereksiz ve yersiz değerlendirmesinden ve çağdaş görüşlerin farkında olmamalarından kaynaklanıyor.
“Artık gençler büyükleri saymıyor ülkenin geleceği ile toplumun geleceği ile ilgili bir beklentileri yok” diye devam eden bir yazı okumuştum. Bu yazı milattan 2 bin yıl önce Firavunlar’ın gençlerle ilgili söylediği şeyler. Düşünün o zamandan bugüne kadar genç kuşak ile yaşlı kuşak arasında sorunlar var ve bu da çok normal. İşte her iki kuşağın da bundan haberdar olup iletişimlerini, ilişkilerini buna göre düzenlemelerinde yarar var. Yoksa bunlar aile ya da toplum çözülüyor gibi olumsuz yorumlara yol açabilirler. Bir de bu şekilde konuşanların bir kısmı da popüler kültür memnun olsun ya da çoğunluk böyle düşünsün diye uğraşıyor. Bunu da göz önüne almakta yarar var.
RUH SAĞILIĞIMIZ BOZUK
İhsan Şükrü Hoca’nın öncülüğünde 1963’te ‘Ana-Baba Okulu’ adıyla bir girişim başlatmıştık. Amacı aile içi ana-baba, çocuk iletişiminin sağlıklı sürdürülmesi ve bilgi aktarımı olan proje, İstanbul’da üç ilçede başlamıştı. Girişim üç yıl sürdü. 1980’li yıllarda İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Psikiyatri Bölüm Başkanı Prof. Dr. Haluk Yavuzer ve benim de yer aldığım proje kapsamında, tıp ve psikiyatri üyeleri ile görüşmeler sonucu Ana-Baba Okulu yeniden işlerlik kazandı. On yıl boyunca Anadolu’nun birçok şehir ve ilçesinde hafta sonları seminerler, söyleşiler düzenledik.
Her hafta sonu ailemizi evde bırakıp köylerde, kasabalarda konuşmalar yapıyorduk. Ataerkil baskıcı aile yapısının yanlışlarını anlattığımız bu konuşmalardan sonra, bizi dinleyen insanların algılarını ölçen testler yapıyorduk. Test sonuçları, dinleyicilerin yanlış inanışlarında olumlu değişimler olduğunu gösteriyordu. O dönem başlattığımız projeyi dönemin milletvekili ve bakanlarına aktardık. Devlet eliyle Ana-Baba Okulları kurulsun önerisini her ortamda dile getirdik.
Koca bir hiç! O dönem bu konuya el atılmış olsa, belki de kadına şiddet ve çocuk istismarı gibi yüz karası meseleler bugün ülke gündeminde olmayacaktı. Aradan yaklaşık kırk yıl geçti, biz bir adım yol gidemedik. Bu tür bilgiler yetkili ve etkili kişiler tarafından verilir ve bu sürekli olursa toplumsal ilişkilerdeki olumsuzluk sorunları çözülür, bunun başka bir yolu yok.
Türkiye ruh sağlığı bozuk bir ülke. Günümüzde insanlar kendilerini yetersiz hissediyorlar. Yalnızlık, çaresizlik metropol insanının yeni sıkıntısı. Önce mevcut durumu doğru saptamak gerek. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre ruh sağlığı tamamen yerinde olan, ruh sağlığı açısından hem kendisinin yakınması, hem de hekimin bir bulgusu olmayanların genel nüfus içinde oranı yaklaşık yüzde kırk-kırk beş seviyesinde. Ruh sağlığı sorunlu olup ruhsal hastalığı olmayanların genel toplumdaki oranı ise yüzde otuz beş-kırk gibi tahmin ediliyor. Ruhsal hastalığı olan ve doktorun ‘hasta’ tanısı koyduğu bireylerin toplam oranı ise yüzde yirmi-yirmi beş civarında öngörülüyor. Türkiye’de toplumunun geneli aşırı endişeli, depresif, hem kendisine hem çevresine zarar verecek karakterlerden oluşuyor. Maalesef son yıllarda aşırı kızgın, öfkeli, saldırgan insanların sayısında ciddi bir artış olduğunu gözlemliyorum.
Türkiye’de şiddet bir dil haline geldi. Oysa dil, kavramların toplum tarafından aktarımıdır. Her kavramın bir anlamı vardır. Örneğin anne, baba, teyze, kardeş gibi kavram veya kelimelerin aynı zamanda duygu yükleri vardır. ‘Anne’ dediğimde sadece bir kelimeyi söylemem. O kelimenin içinde büyük bir duygu yükünü hissederim. Tıpkı bir insanın sevgisini kazanmak veya hayatta başarılı olmak için harcadığı emek gibi, kavramların tanımlanması için hepimizin sarf ettiği bir çaba vardır. Kavramların değeri, davranış ve hissettiklerimize göre azalıp çoğalabilir. Daha da önemlisi, kavramlar kuşaklar boyu gelecek nesillere aktarılır. Örneğin baba kavramı beraberinde öfkeyle anılıyorsa, bir zaman sonra öfke dile yansır. İlişkilerimiz de böyledir. Kavramları sözcük olarak kullansak bile arkasına koyduğumuz duygular daha öfkeli, kızgın veya saldırgan olmamıza neden olabilir çünkü dili öncelikle anne, baba ve çevreden duyarak, işiterek, model alarak, taklit ederek öğreniyoruz. Aslında kavramların içerdiği duyguları taklit ediyoruz.
İnsan var olduğu sürece psikolojik sorunlar var olmaya devam edecek. Çözüm bulduğumuz sıkıntıların yerini başka sorunlar alacak. Gelecekte yapay zeka yaşamın her alanında, hayatın içinde yer alacak olsa da insan var oldukça ruhsal sorunlar ortaya çıkmaya devam edecek. Hayatın anlamak ve anlamlı kılmak için kendinizi tanımanız, kendi değerlerinizin farkında olmamız birincil şart.
- Neden böyle oldu demedim
- Hastalarınız sizin psikolojinizi etkiledi mi ?
- Mesleğin ilk yıllarında hastaların anlattıklarından, yaşadıklarından etkilenip duygulanırdım. Çömezlik dönemini atlatınca hastaların anlattıklarını, ruhsal sorunlarını, duygu, düşünce ve sezgilerini anlamaya başladım. Hiçbir zaman ümitsizliğe kapıldığımı hatırlamıyorum. Asla üstesinden gelemeyeceğim büyük hayal ve hedeflerin peşinde koşmadım. Üzerine gittiğim her şey, yapabileceğim, çözüme götüreceğim meseleler oldu. Bu sayede aşırı mutsuz, aşırı üzgün hissetmedim. Ne yaşanırsa yaşansın, başıma ne gelirse gelsin, hayata biraz iyimser bakmaya, olayları olumlu tarafından görmeye çalışıyorum. ‘Neden böyle oldu?’ demek yerine, ‘nasıl üstesinden gelirim, nasıl çözüm üretebilirim’ düşüncesine odaklanıyorum. İçimizdeki enerjiyi geriye dönük kullanmanın, yani geçmişle hesaplaşmanın hiçbir faydası yok.
- Antidepresanlar zarar verir
- Antidepresanların ‘zararlı’ olduğunu, çok fazla tüketildiğini öne süren görüşlere katılıyor musunuz?
- Bana göre elbette zararlı. Ruhsal sıkıntılarda ilaçsız tedaviler mümkün, ancak temel kriter hastanın ve hastalığın durumu. İntiharın eşiğine gelmiş ağır bir depresyon hastasına ‘ilaçsız tedavi’ dediğiniz noktada yaşamsal risk almış olursunuz. Psikiyatri eğitimi almamış kişilerin ‘ilaçsız tedavi’ şeklindeki fikirleri ortaya atmaları doğru değil. Yaygın psikiyatrik hastalıkların ilaçsız tedavisi de söz konusu. Özellikle hafif dereceli depresyonda çeşitli psikoterapiler hastalığın tedavisinde tek başına kullanılabilir. Ancak psikoterapinin mutlaka yapılandırılmış olması, hangi psikoterapi tekniğinin kullanılacağı ve süresi belirlenmiş olması kaydıyla. Şayet bir kişinin yaşadığı ruhsal sorun ilaçsız yöntemlerle tedavi edilemiyorsa, belli bir zaman diliminde antidepresan kullanımı gerekebilir.