Nurullah Genç’i ilk olarak henüz üniversite öğrencisiyken tanıdım. İşletme Bölümü’nden bir hocamızın Diyanet İşleri Başkanlığı’nın açtığı Naat yarışmasında Yağmur adlı şiiriyle birinci olduğu söyleniyordu. Bu ödül ve bu şiir o yıllarda okul kantinlerinde epey konuşuldu. Tanışmamız ise ilginçti: Edebiyatla ilgilenen ortak arkadaşlarımız Genç’e benden bahsetmiş. Gözcü hoca olarak girdiği sınavda kimliğimde adımı görünce sınav sonrası odasına uğramamı söyledi. Bu tanışıklıktan sonra sık sık odasına sohbet etmek için arkadaşlarımızla gidip gelmeye başladık. Bazen de hocamız kantine bizlerle sohbet etmeye gelirdi. Öğrenci dostu hocalardan biriydi. Uzun zamandan sonra Timaş Yayınları arasında çıkan hayat hikayesini anlattığı Omuzlarımda Dünya adlı kitabını konuşmak için yeniden buluştuk. Eski günlerden kitaptaki renkli hatıralara uzanan hoş bir sohbet çıktı. Buyrun.
Bir buçuk yıl kadar önce GZT’den Nuriye Çakmak Çelik aradı “Hocam sizinle röportaj yapmak istiyoruz, hayat hikayenizi konuşmak istiyoruz” diye. Bu video röportaj o kadar çok beğenildi o kadar çok paylaşıldı ki bir anlamda bu kitabı hazırlamak çorunda kaldık diyebilirim. Çünkü röportajı izleyen eş dost arayıp bunları niye yazmıyorsun diye baskı yapmaya başladı.
Onları roman olarak yazmak istiyorum. Özellikle 28 şubat sürecinde yaşadıklarımız tek başına roman olur. Hatıra olarak yazsam belki bilmeden bazı kalpları incitmiş olabilirim. Bu yüzden roman olarak yazmak arzusundayım.
Babam ben doğmadan önce bir rüya görüyor evet. Rüyasına piri fani bir zat giriyor ve “bir erkek çocuğun olacak onu okut” diyor. Dolayısıyla daha ben doğmadan babam beni okutmayı kafasına koymuş.
Evet, en yakın ilkokul 5-6 km ötede. Babam beni okutmak için büyük bir fedakârlık yaptı kesinlikle. Dokuz yaşıma kadar okula gidemedim ama babam dizinin dibinde bana okuma yazmayı, matematiğin dört işlemini, yani temel bilgileri dili döndüğünce anlattı. 1969 yılının Mart ayında okulun olduğu Ceyrek isimli köyde vazife yapan Hüsnü öğretmene bir gün gidip durumu anlatmış. Öğretmen sağ olsun, “getir bu yıl burada kalsın ve okula başlasın” demiş. Beni alıp Hüsnü hocanın yanına götürdü. Hoca çeşitli sorular sordu ve beni kısa bir imtihandan geçirdi. Sonra da 3. Sınıftan başlamama karar verdi. Böylece okula kaydımı yaptırmış oldum. Babam bazen gelir beni alır sırtında köye götürürdü. Beni sırtında taşırken bıyıkları kaşları buz tutardı. O günleri hiç unutamam.
Parasız yatılı imtihanına girdim. Kazanmışım ama kazandığımı öğrenemedim. Babam da zaten ben doğmadan kafasına koymuş, doğacak çocuğunu imam hatipte okutmak istiyor. 10 koyun satıp parasını cebine koyup beni Erzurum’a getirip imam hatibe yazdırdı. Sonra bir hocamızın uyarısıyla ismimin parasız yatılı öğrenciler arasında olduğunu öğrendim. Babama sevinçle müjdeyi verdim. Ama babam yurda yatırdığı parayı geri almadı. Veznedeki adama bu parayı ihtiyacı olan çocuklar için harcamasını söyledi.
Evet, hem dersten kalan zamanlarımda ayakkabı boyacılığı yaptım hem de arkadaşlarımın ödevlerini yaptım. Kazandığım parayı da bir hocama biriktirmesi için veriyordum. Okul bitince hocamdan kazandığım paraları almaya gittim ki hepsini günü gününe kayıt tutmuş. İmam Hatip Lisesi’ni hem birincilikle bitirdim hem de hocama göre “bir servet kazandım”. Boya sandığımı da alıp Horasan’a geldim. Önce babamın cambazlık yapan bir arkadaşını buldum ve on koyun almak istediğimi söyledim. Birlikte pazara gittik ve benim için pazarlık yapıp on koyunu aldı. Kalan paramla da hediyelerimi alıp bir arkadaşımla birlikte köyümüze döndüm. Arkadaşım “üç dört sene önce ahırdan on koyun çıkarmışsın onları getirdik” dedi babama. Babam koyunlarını nasıl aldığımı öğrenince boynuma sarıldı, gözünden yaşlar süzüldü. Hayatımdaki en büyük mutluluklardan biriydi.
Evet sonra oturup kendim bir Çanakkale temalı şiir yazdım. Okul müdürümüz elinde bir listeyle gelmişti ve o listede bildiğimiz şiirler vardı. Bunlar diğer okulların öğrencilerine verilmiş. Benden Müdür bey yeni bir şiir bulmamı ve okulumuzu temsilen o şiiri okumamı istedi. Kütüphanelere gittim, aradım taradım hatta edebiyat fakültesine hocaların yanına gittim; onlar da bulamadı. Bu sefer korka korka oturup kendim bir şiir yazdım. Müdür beye de söylemedim tabi. Altına ismimi yazmaya korktuğum için Ziya Osman Saba yazdım. Dergilerden bulduğumu söyleyecektim. Ama anlaşıldı tabii ki. Müdürümüz Abdurrahman Teber ile Halk Eğitim Salonu’na gittik ve sıra bana gelince sahneye çıktım ve Çanakkale ile ilgili çok az şiirimiz olduğunu yeni bir şiir bulamayınca bu şiiri kendimin yazdığını söyledim. Alkış koptu. Şiiri okudum ve çok beğenildi. Hatta ordu komutanı sahneye çıkıp beni tebrik etti. Çıkışta da üniversite hocalarından Fahrettin Kızıroğlu gelip tebrik etti ve üniversiteye davet etti. Abdurrahman Teber hocamla birlikte ziyaretine gittiğimde ise bana 50 ye yakın hediye kitap verdi ve ilerde mutlaka Çanakkale destanı yazmamı söyledi.
Parasız yatılı olduğum için lise bitince zorunlu görev maksadıyla Ankara’da Diyanet’te imtihana girdim. Yüksek puan alanları illere, düşük puan alanları ise ilçe ve köylere göndereceklerdi. Ben iyi bir puan alıp kur’ada Erzurum’u çektim. Ama başka yerleri tanımak istiyordum. Bu arada tanıştığım bir arkadaşla yerlerimizi değiştirdik ve ben Niğde’nin Bor ilçesine görevli olarak gittim. Her hafta hem camide imamlık yapıyorum hem de Yeşil Bor diye haftalık bir yerel gazeteye yazılarımı şiirlerimi gönderiyorum, yayımlanıyor. Öğrencilik yıllarında Milli Türk Talebe Birliği’nden aldığım şiir ödülünden dolayı ismimi müftü bey duymuş. Bir gün beni çağırdı ve ilçenin merkez camisinde bundan sonra Cuma hutbelerini sen okuyacaksın dedi.
19 yaşında bir imamım. Nasıl yapayım. Ne dedeyim diye kara kara düşünürken dönemin ünlü hocalarından Timurtaş Hocanın kasetlerini satın alıp ilk kaseti evde dinleye dinleye iki günde ezberledim. Babam da o hafta ziyaretime gelmiş. Birlikte camiye gittik. En ön safta İslam tarihi yazarı M. Asım Köksal Hoca var, yanında müftü ve yine tanımadığım pek çok kişi. Ezberlediğim gibi Timurtaş Hoca’nın kasetini baştan sona vaaz olarak verdim. Müftü beyin o kadar çok hoşuna gitti ki sonraki haftalarda bütün vaazları benim yapacağımı ilen etti. Tebrikler aldım ama bu iş uzun sürmedi tabi. Ertesi hafta üniversiteyi kazandığım açıklanınca Bor’dan böyle güzel bir hatırayla ayrıldım.
Horasan’da bir arkadaşımla kader ve kaza üzerine yaptığımız tartışma üzerine ben ecelim gelmeden ölmem” fikrini savundum ve bunu kendime göre ispat etmek içinde Ramazan’da bir ay Kars’ta imamlık yapacağımı söyledim. O yıllarda sağ sol çatışmaları zirvede. Erzurum ve Kars arasında ise büyük bir düşmanlık var. Erzurumluyu Kars’a Karslıyı da Erzurum’a sokmuyor gençler. Amcamı da ikna ederek Ramazan’a üç gün kala Kars’a gittik. Kars’ta teyzemler var ama öyle bir durum ki kimse kimseyi korkudan ziyaret edemiyor. Doğrudan otogardan birinin yönlendirmesiyle Arpaçay’a oradan da amcam bir köye ben başka bir köye gittim. Sol fraksiyon bir derneğin bölge yapılanması benim köyde imiş. Bayram sabahı yaptığım vaazdan dolayı toplanıp karar almışlar. Haber geldiğinde köylülerden birinin evinde bayram yemeğinde idik. İçlerinde ajan olarak bulunan gençlerden biri haberi getirdi ve “Hocanın infazına karar verilmiş buraya geliyorlar” dedi. Apar topar yerimizden kalktık ve aceleyle minibüse bindik ve beni battaniyeyle bagajda sakladılar ve yolda amcamı da alarak doğrudan Kars’a gittik. O güzel insanların evinde kahvaltıyı tamamladık ve oradan da otogara gidip otobüse bindik. Böylece sağ salim geri döndük.
Bu ödüller o zaman şiir yazanlar için fazlasıyla teşvik ediciydi. Şiiri yazmak için üç ay eve kapanmıştım. 40 metrekarelik bir lojmanda oturuyordum. Şartları düşünün. Bir küçük salon ve bir odası var. Eşime “Ben şiirle ilgileniyorum sen diğer odada çocuklarla ilgilen” dedim. O şartlarda o salonda o şiiri üç ayda tamamlamayı nasip etti Rabbim. Kısaca hikaye böyle.
İlk önce Sur ve Aylık Dergi’de, daha sonra Türk Edebiyatı’nda şiirlerim yayımlanmaya başladı. O dönem Aylık Dergi’nin kurucusu ve genel yayın yönetmeni Yaşar Kaplan’ın desteklerini unutamam. Bana “Delikanlı sende şairlik mayası var ama birikimin zayıf” diye bir mektupla birlikte 50 kitap ismi göndermişti. Okumam ve kendimi geliştirmem için. İki ayda bu kitapları okuyup yarımşar sayfalık rapor gönderecektim. Ancak o kitapları alacak param olmadığını söyledim. Bunun üzerine Yaşar Kaplan çoğu dünya klasiği olan bu kitapları bir koliyle bana hediye olarak gönderdi. Daha sonra öğrendim ki benim gibi taşrada pek çok gence kitap göndermiş.
En büyük zorluk yazdığın şeyleri okuyacak kimse bulamamaktı. Üniversitede inşaatta çalışıyorum cebimde şiirlerim var, kime okuyacağımı bilmiyorum. Kimse dinlemek istemiyor. Bir günlük süre tanıdım kendime. Eğer o gün kimseye okuyamayacak olursam şiirimi, şiiri bırakacaktım. En son Huzur Kıraathanesi’ne gittim. Akşam olmak üzere iken bir delikanlı geldi ve sobanın kenarında kitap okumaya başladı. İşte bu dedim. Beni dinleyecek olan bu. Size şiirimi okumak istiyorum dedim ve okudum. Şiirimin geleceği kurtulmuş şükür. Gençle tanıştık. Meğer o da genç şairlerden Nazir Akalın imiş. Genç yaşta vefat etti kendisi.
Bir Behçet Emmi vardı. Orhan Okay yazılarında hep bahseder. Meddah diye anabiliriz kendisini. Kahvehanelerde halk hikayeleri anlatırdı. Onu dinlemeye giderdik. Üniversiteden de hocalar da gelirdi. Bir de Mahalle başında aşık kahvehaneleri vardı. Dolup taşardı oralar. Murat Çobanoğlu, Yaşar Reyhani, Mevlut İhsani, Davut Suları, Nuri Çırağı.. Kimler gelip geçmedi ki oralardan. Şimdilerde Temelli Kıraathanesinde fasıl geleneği sürdürülmeye çalışılıyor.