|

Aşk: Bir ömrü özlemekle geçirmek

Aşkın insan üzerindeki etkilerinden biri de hayal gücünü kamçılamasıdır. Aşığın bütün muhayyilesinin, sevgilinin görünürlüğünü sağlayan bir perde ya da ayna ya dönüşmüş olmasıdır. O görünürlüğün sürekliliği için de hayal gücünün faaliyette yani çekimde olması gerekmektedir.

04:00 - 15/04/2019 Pazartesi
Güncelleme: 10:49 - 14/04/2019 Pazar
Yeni Şafak
​Aşk: Bir ömrü özlemekle geçirmek
​Aşk: Bir ömrü özlemekle geçirmek
ARİF AY

Nuri Pakdil ‘in kimi beyitlerinde ya da metinlerinde bu hayal gücünün nedenli bir derinliğe sahip olduğunu görmek mümkündür. Doğrudan N ‘ ye hitaben yazılmış bölümler vardır ki insanın yüreğine bir hançer gibi saplanır ve o platonik aşkın gücünü, acısını, öyle bir hissedersiniz ki ya hayatınızın boşa geçtiğine hayıflanır ya da kapanmış yaranızın yeniden kanamaya başladığının sıcaklığını duyarsınız.

İşte o metinlerden ikisi : “ N, yüzün hep aynı yerde; öyle güzel, hep taze; yıllar sınırda; tabii ben bırakmıyorum ki onları, sana yaklaşabilsinler.” (Edebiyat Kulesi s.90)

“N,

Bu durağın adı Demirkapı. Her ülkede, her kentte, her kasabada bu duraklar var. İnsanın fotografının çıktığı yerler buralar. Toplayabilsem acılarımı kanıtlamış olurum yazarlığımı : insanlığımı. Kış çetin bu Haziran ayında; görüyorsun, herşey paradoksal okunabilir birgün. Karanlık odada, karabasana batmış kurban; tetiği çek, kurşun çıksın diye, ünle!” (Edebiyat Kulesi, s.100-101)

İBNİ ARABÎ’NİN İLÂHİ AŞK’I

Nuri Pakdil’in bu sözleri bana İbni Arabî ‘nin “İlâhî Aşk” adlı kitabında anlattığı şu hikâyeyi anımsattı: “Allah rahmet etsin babam mıydı, amcam mıydı? Hangisiydi, tam bilemiyorum, ikisinden biri bana şu öyküyü anlatmıştı: Babam bir gün ormanda bir avcı görür. Avcı dişi bir kumru güvercini takip etmektedir. O anda aniden kumrunun erkeği çıkagelir. Dişisine bakar. Tam o sırada avcı dişi kumruyu vurur, öldürür. Bunu gören erkek kumru çaresizliğinden kendi etrafında fır dönerek havada yükselir yükselir, öyle yükselir ki gözlerden kaybolur. ‘Gözümüzden kayboluncaya kadar o kuşa baktık’ diye devam etti babam; ‘sonra, o kuş o yüksekliğe varınca kanatlarını kapattı, başını yere doğru çevirdi ve çığlıklar atarak kendini yere sapladı, paramparça oldu, ezildi ve öldü. Bizse, hâlâ bakakalmıştık.’ diye anlatmıştı.

Ey aşık, bu, bir kuşun yaptığı harekettir. Peki, Allah aşkı uğrunda senin tavrın nicedir?” diye soran İbn Arabi, bu soruyla aşkın bir boyutunu daha anımsatır bize.

Bizim edebiyatımızda rüya motifi hayli geniş bir yere sahiptir. Aşıkların birbirini görebildikleri alan rüya alanıdır. Görüşme, buluşma burada gerçekleşir, bir de mezarda tabii.

Sen rüya görmeye daha başlamadan
Fal açan yıldızların bini bir para
“Aşk gizli söz söyleyendir, aşk çıplak vücudu örtendir” diyen Senai, ne kadar haklı.

Sözlüklerde uykuda görülen şey, düş olarak geçen rüya, Arapça kökenli bir sözcük ve görmek anlamındaki rü’yet kökünden türemiştir. Rüya hakkında bazı âlimlerin görüşlerine kısaca değinmekte yarar var. Örneğin Kindî “Uyku ve Rüyanın Mahiyeti Üzerine” adlı eserinde, uykuda devredışı olan duyu güçlerine mukabil, tasarlama ile düşünme güçlerinin serbest kaldığını, böylece rüya olayının gerçekleştiğini söyler. ( Felsefi Risaleler, s.130)

Keza Farâbî de rüyaları muhayyile gücü ile ilişkilendirmekte, bu gücün rüyaların oluşumunda belirleyici bir işlevinin bulunduğunu kaydetmektedir. (el- Medinetü’ül Fazıla, s.108-113)

İbni Sina ise, “el Kavl fî sebebi’l- menâmet” adlı risalesinde, muhayyile gücünün etkilenmesi sonucu oluşan rüyada, fizikötesi âleme yönelişin arttığını belirtir.

Rüyalar rahmânî , şeytanî ve nefsanî olarak üç gruba ayrılır. Geçerli olan ve murad edilen rahmanî rüyadır. Şeytanî rüya, şeytanın aldatması, vesvese vermesi sonucu görülen rüyalardır. Bunları anlatmak ve yorumlamaya kalkmak doğru değildir. Nefsanî rüya ise, insanın gündelik yaşamına dair olguların, bilinç altından depreşmesidir. Genellikle çoğu hatırlanamayan rüyalardır.

Bizim edebiyatımızda rüya motifi hayli geniş bir yere sahiptir. Aşıkların birbirini görebildikleri alan rüya alanıdır. Görüşme, buluşma burada gerçekleşir, bir de
mezarda tabii.
RÜYANIN TASAVVUFTAKİ YERİ
Rüya, tasavvufta da önemli bir yere sahiptir:

“Tasavufî hayatta rüya mârifet, hikmet, vaaz, irşad, uyarı vb. hususların kaynağıdır. Pek çok dinî ve âhlakî hakikate rüyada vakıf olunmuştur. Bir çok sufî, zâhid ve veli gördüğü rüyaya göre hayatına ve davranışlarına yön vermiştir. Tarikatlarda rüyalar seyrüsülükün bir parçası olarak görülmüştür.” diyen Süleyman Uludağ, daha sonra şu bilgileri verir: “Tasavvufta rüya sadece uykuya has değildir. Sufîlere göre âlem bir hayal, rüya da hayal olan âlemin müşahedesidir. Bir hadiste ‘İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar.’ buyrulmuştur.” (Süleyman Uludağ, TDV İslâm Ansiklopedisi 35. cilt, s.309-310)

Süleyman Uludağ, adı geçen makalesinde bazı rüya örnekleri de verir:

“Bişr el-Hâfî rüyasında Hz. Ali’yi görmüş ve kendisinden şu nasihati almıştır: “Sevap umarak zenginlerin fakirlere ikramda bulunması ne kadar hoş ise Allah Teâlâ’ya güvenen fakirlerin zenginlerden uzak durması da o kadar hoştur.”

Bir başka bilinen rüyada İbni Arabi’ye aittir: “Muhyiddin İbnü’l-Arabî, 627 Muharreminde (Aralık 1229) Dımaşk’ta Hz. Peygamber’i rüyasında gördüğünü, onun kendisine bir kitap uzatarak, ‘bu Füsusü’l hikemdir, bunu al ve halkın faydasına sun’ dediğini, bunun üzerine kitabı alıp fazlasız ve noksansız halka sunduğunu ifade eder.”

Daha yakına geldiğimizde: “Muhammet İkbal 1913’te Lahor’da Mevlana Celaleddin -i Rumî’yi rüyasında görmüş ve Esrâr -ı Hodi adlı eserini onun işaretiyle kaleme almıştır.”

İlyas Çelebi de rüya tabirine ilişkini şu bilgileri verir:

  • “Rüya insanla birlikte var olan bir olgudur. Rüya tabiri konusunda ilk metinler milattan önce 5000’li yıllarda Asurlular tarafından yazılmıştır. Bu konuda günümüze ulaşan en eski eser, British Museum’da saklanan ve milattan önce 2000 yıllarına ait olduğu tahmin edilen bir Mısır papirüsüdür. Milattan önce 1500-1000 yıllarında Hindistan’da yazılan Vedalar’da rüyalara ait listeler yer almaktadır.” (TDV, İslam Ansiklopedisi, 35.cilt, s.306-309)

“Ben bütün fallara, bütün rüyalara, bütün itikatlara inanırım.” diyen Peyami Safa’nın bu sözünden hareketle fala dair de bazı bilgiler vermemiz, beyite açıklık getirmesi bakımından yararlı olacaktır.

Fal da rüya gibi Arapça kökenli bir sözcük. Arapça’da fal (fe’l) uğur ve uğurlu şeyleri gösteren simge anlamına gelir. Dolayısıyla falı, çeşitli tekniklerle gelecekten ve bilinmeyenden haber verme, gizli kişilik özelliklerini ortaya çıkarma sanatıdır diye tanımlayanlar da vardır. Orta Asya Türkçesinde fal kavramı ırk sözcüğü ile karşılanır. Nitekim, Kaşgarlı Mahmut Divanü Lügati’t Türk’te bu kelimeyi “falcılık, kâhinlik ve bir kimsenin içinden geçeni bilmek” şeklinde açıklar. Türkler de fal anlamına gelen bir başka kelime de “tölge”dir.

AŞK YOLCULARINA BAK

Mehmet Aydın şunu der: “Tarih boyunca bazı dinlerde din adamlarının aynı zamanda kâhinlik yaptıkları da bilinmektedir. Milattan önce 4000 yıllarında Mısır’da, Çin’de, Babil’de ve Kalde’de falcılık, kâhinlik yapıldığını bugün bazı belgeler ortaya koymaktadır. Falın en eski menşei muhtemelen Mezopotamya’dır.” (TDV, İslam Ansiklopedisi, 35.cilt, s.134-138)

İbni Haldun Mukaddime’sinde fala geniş yer verir: “Müneccimler (astrologers) nücûm sanatı (astrology) sayesinde unsurlar âleminde kâin (ve hâdis) olan şeyleri, gerek tek tek gerekse toplu olarak yıldızların kuvvetlerini ve maddi yaratıklar (muvelledat-ı unsuriye, elemental greations) üzerindeki tesirlerini tanıma cihetinden giderek, vücuda gelmelerinden evvel bildiklerini iddia ederler. Bundan dolayı feleklerin ve yıldızların vaziyetleri ister külli olsun ister ferdi olsun kâin (ve hâdis) olan nevilerin her çeşidinden meydana gelecek olan şeylere delalet ederler.

Mutekaddimun denilen eski müneccimler, yıldızların kuvvet ve tesirlerinin tecrübeyle bilinebileceği görüşündedirler. Bu ise bir araya gelmeleri halinde bile tüm ömürlerin yetmeyeceği bir husustur. Çünkü tecrübe, kendisinden belli bir ilmin ve zannın hasıl olabilmesi için ancak müteaddit defa yapılan tekrarlarla husule gelir. Yıldızların öyle devirleri (edvâr, revolutions) vardır ki, uzun bir zaman aldığından tekerrür etmesi de çağlara ve zamanlara ihtiyaç gösterir. Âlemin uzun ömrü dahi buna yetmez.” (İbni Haldun, Mukaddime 2.cilt, s.1255-1256)

Çünkü “Gaybı bilen Allah’tır. Gizli bilgisini kimseye göstermez.” (Cin, 72/26)

“İlm-i ahkam-ı nücûm, İslam hanedanlıklarının çoğunda, bu arada Osmanlı Sarayı muhitinde, bilhassa gerileme dönemlerinde bir hayli rağbet görmüştür.”

III.Selim’in babası Sultan III. Mustafa, 1756-1763 yılları arasında Avrupa devletleri arasında vukû bulan Yedi Sene harplerinde, bu devletlerin en küçüğü olan Prusya’nın kazandığı zaferleri, Frederik’in, müneccimlerin tavsiyelerine göre hareket etmesine bağlamış ve krala gönderdiği elçi vasıtasıyla ondan üç müneccim istemişti. Padişahın saflığına ve hurafeperestligine bakan Frederik, “Sana üç Müneccim gönderiyorum; birinci müneccim iyi eğitilmiş ve harbe hazır güçlü bir ordudur, ikinci müneccim hazineyi dolu bulundurmak, üçüncü müneccim de tarih okumaktır.” diye yazmaktan kendini alamaz. (a.g.e., s.1262)

Tekrar beyite dönelim: “ süslenen çiçeklerden anladım” sözü, yine büyük bir hayali barındırır içinde. Güzelliğin simgesi olan ve güzellikleri tartışılmaz olan çiçeklerin, sevgilinin karşısında süslenme ihtiyacı duymalarına ne demeli? Sevgili çiçeklerin güzelliğini de aşan bir güzelliğe sahip. Çünkü aşık, muhayyile aynasında öyle görüyor sevgiliyi.

Rüya da fal da aslında sevgiliyi tahayyül etmenin bir aracından başka bir şey değildir. Molla Cami, bu hâlleri öyle güzel anlatır ki:

“Aşk yolcularına bak, birinin hâli nasıl ötekine uymuyor! Biri varlığın bütün zerrelerinde parlak ve sönmez bir güneş görmekte, öteki varlık aynasında alemin üstü kapalı güzelliklerini seyretmekte. Bir başkası her ikisini birden görebiliyor. Daha başkası bunları perdesiz ve engelsiz temaşaya koyulmuş.”

Öyle ya aşk, temaşadan başka ne ki... Buğulu göz ve acı yüklü yürek!

(*) Osmanlı Simitçiler Kasidesi 40

#ARİF AY
5 yıl önce