|

Aşk için ince bir terbiye şart

Köyden kente, saraydan sokağa aşkın cemiyetimizde köklü bir geçmişe sahip olduğunu ifade eden Neyzen Hakan Alvan, günümüzde yaşananların duygusal zekadan yoksun olduğunu ifade ediyor. Alvan, aşk için ince bir terbiye gerektiğini ve aşkın öteleri merak edenlere nasip olduğunu söylüyor.

04:00 - 14/02/2021 Pazar
Güncelleme: 11:16 - 14/02/2021 Pazar
Yeni Şafak
Hakan Alvan
Hakan Alvan
MEHMET EMİN ÖZTÜRK
Aşk, üç harften oluşan, dilimize pelesenk olmuş kısacık bir kelime. Adını duyduğumuzda hepimizin içinde birşeyleri kıpırdatan o denli de tılsımlı. Kişiyi yemeden içmeden kesen, deliye döndürüp meczup eden, dünyadan el etek çektiren kaç kelime var böyle hayatımızda. Her toplumda farklı renklere bürünen, herkese nasip olmayan bir yolculuk aslında aşk.
İnsanlığın başlangıcından bugüne aşkın nice tanımı tarifi yapılmış, gelecekte de niceleri yapılacak. Aşkı konu alan nice romanlar, şiirler öyküler yazıldı, şarkılar bestelendi, türküler yakıldı, ressamlar fırçalarıyla aşkı tasvir etmeye çalıştı, ömrümüz yeterse nicelerini de göreceğiz.
Yalnızca sanat ve edebiyatta değil, felsefenin de dinin de konusunu oluşturmuştur aşk. Aşk nedir diye başlayıp neliği üzerine kafa yoran felsefeciler olduğu gibi aşkın dinen yerini tespit etmeye çalışan alimler de oldu.
İster bilimsel, ister felsefi, ister dini isterse sanatsal olarak aşkı kendine konu edinenlerin hepsinin farklı tarifleri farklı deneyimleri oldu. Kimisi şiddet, kimisi tutku, kimisi iradesizlik, kimisi de sadakat olarak yorumladı ve daha da yorumlanacak.
Ne var ki günümüzde aşk o kadar dilimize dolandı ki, televizyon ekranlarından, magazin gündemine göz önünde yaşanılagelen ilişkileri aşk diye anmaya başladık. Aşk, sevgi, muhabbet günden güne belleklerimizdeki özel yerini kaybetmeye başladı. Sıradanlaştı.
Biz de bugünün “sevgililer günü” olması hasebiyle hem aşkı hem de günümüzdeki yansımalarını Neyzen Hakan Alvan ile konuştuk. Keyifli bir sohbet oldu. Sizin de keyif alacağınızı umuyoruz.
Klasik bir soruyla başlayalım:
Yunus Emre’den Âşık Veysel’e, Mevlânâ’dan günümüze nice âşıklar şiirleriyle, şarkılarıyla, hikâyeleriyle aşkı bize anlattılar. Nedir aşk, bize aşkı tarif edebilir misiniz?

Şimdi biz öznenin adını anarak sohbeti açtık. Ama bu öznenin nasıl oluştuğunu, nasıl bir sürecin sonucu olduğunu konuşmuyoruz. Birçok şeyi yaparak ulaşılan bir hal aslında. Varlık âleminde birçok şeyin bir araya gelmesiyle ulaşılan bir sonuç. Bu süreci doğru bir şekilde anlamazsak ortaya çıkan sonucu da doğru bir şekilde tahlil edemeyiz. Hz. Mevlânâ’ya özneyi direkt sormuşlar, “Âşık nedir” diye. O da, “Ben ol da bil!” buyurmuş. Hz. Mevlânâ’nın o noktaya kadar gelirken yaşadığı süreci okuyup anlarsak aşkı anlamaya daha yakın oluruz.

Aşkı yaşamadan anlamamız mümkün değil…

Evet, bu bir süreç. Ötelere bir yolculuk. Aslında bu aşk denilen mevzu hem her yerde var hem herkeste yok. İnsan merkezli konuşacak olursak, tüm varlık âlemini de konuşmak lazım ama neticede bu meselenin asıl sorumluluğu insanın üstünde. Çünkü insanın, aşkı bilinçli olarak yaşama imkânı var. İnsan dışındaki varlık âlemi bunu bilinçsiz olarak yaşıyor. Aşk konusunda insanın bilinçli olma zorunluluğu var.

Aşkın temeli, motivasyonu nedir?

Aşk denilen olgu bazı bünyelerde kendini belli ederken bazı bünyelerde kendini göstermiyor. Hz. Musa, “Yârabbi! Sana inanıyorum ama ben seni görmek istiyorum” dedi. Sonsuzluk zevkine olan merak Hz. Musa’ya rabbini görme ihtiyacını hissettirdi. Bu duygunun itici gücü aşkı ve sonsuz lezzeti arama dürtüsüdür. Sonsuz lezzetin yegâne mercii ise Cenab-ı Hak’tır. Cenab-ı Hakk’a ancak yaklaşabilirsiniz. Aradıkça yaklaşırsınız. Siz O’na yaklaştıkça susuzluğunuz artar.

Konusu aşk olan bütün ilâhiler, şarkılar, şiirler aslında aynı şeyden bahseder. Aşk aslında tek. Hani derler ya “Leylâ Leylâ derken Mevlâ’yı buldum”. Süreç hep aynı şekilde işliyor.

Âlimlerin bir kısmı hoş karşılamadı diye biliyorum.

İslâm tarihi boyunca âlimler, ârifler, düşünürler aşk hususunda farklı görüşler beyan etmelerine rağmen sonuç olarak aşka teslim olmuşlardır. Zahire dikkat eden ulema, “Aşk insanın aklını başından alan bir haldir” demişler, bu halde olan kişinin kulluk sorumluluğunu yerine getiremeyeceğini ve uzak durulması üzerine fetvalar vermişlerdir. Bunların bir kısmı aşkı yaşamış ve bu halde olanların sorumluluğu olmaz türünde görüş beyan etmişlerdir.

CEMİYETİMİZ YÜKSEK BİR DUYGUSAL ZEKÂYA SAHİPTİ

Gelelim toplumsal bakış açımıza. Cemiyetimiz çok güzel duygusal bir zekâya sahipti. Edebiyat ve şiirle hemhal olduğumuzdan bunu görme şansına sahibiz. Anadolu’nun herhangi bir köyünde bile bir ozan aşkı anlatıyor. Bir tekke şeyhi aşkı anlatıyor. Fuzuli aşkı anlatıyor. Kanuni Sultan Süleyman’ın divanına baktığımızda aşkı görüyoruz. Padişahından köydeki saz şairine kadar. Her yerde bu duygusal zekânın izleri var.

Duygusal zekâyı besleyen şeylerden birincisi Şeriatın zahirine uymak. Yani haramı haram, helâli helâl bileceksin. Yapabildiğin kadar yapacaksın, yapamadığında ise üzüleceksin.

Yani önce Allah’ın hukuku…

Elbette. Zahir olmadan batın olmaz. Bakınız “el” denilince aklımıza elin dışı gelir. Ama bütün işi yapan elimizin içidir. Varlık âleminin bir zahiri var bir de bâtını. Aslında bütün işler bâtında yürüyor. İnsanoğlu olarak biz ise daha çok şekliyle yani zahiri ile muhatabız.

Aşkın toplumda varlığını devam ettirmesi için fıtrata uygun bir hayat yaşamak şart. Bu da Allah’ın dininin hukuku ile mümkündür. Harama helâle dikkat edip, namazı, orucu gücümüz yettiğince yapabilmek.

Bunu şöyle anlatalım: Bir yolculuğa çıkacaksanız, arabanızın benzinini koyacaksınız, lastiğine bakacaksınız, yağını-suyunu eksik etmeyeceksiniz ki yolculuğunuz kazasız-belasız geçsin. Şayet biz Cenabı Hakk’ın koyduğu kurallara uygun davranmayarak bu yolculuğa çıkacaksak türlü belâ-sıkıntılara maruz kalırız. Cemiyetimizin hâli, direksiyon başına geçen çocuğun hâli gibi. Araba gidiyormuş gibi direksiyonu sallayıp duruyoruz. Araba gitmiyor aslında. Ne benzini var ne yağı var ne suyu ne de lastikleri var.

AŞK’A TALİP OLMAK ŞART

Yolculuğa Allah’ın hukukuna uymakla başlarsınız. Elbette her insanın yapabileceği bir yolculuk değil. Öteleri merak edenler için gerekli bir yolculuk. Mesela “Bana buyurduğunuzdan ötesini yapmam” diyen bedevi için bu yolculuk gerekli değildir. Toplumun geneli de zâhire yani Allah’ın hukukuna uygun yaşamayı seçip hayatını öylece sürdürür. Harama helâle dikkat ederek. Ancak Hz. Ali ve Hz. Ebubekir gibi büyük şahsiyetler için durum böyle midir?

Peki, bu aşka talip olanların hepsi hakiki aşka ulaşabiliyor mu? Elbette hayır. O dürtüyle hayata bakarlar. Kimisi onun karşı cinste tatmin olacağına inanır. Kimisi makam-mevkide tatmin olacağına inanır. Bu yolculuğa çıkanların da ancak yüzde 10’u hakikate ulaşır. Aşk ise öteye gidiş sürecinde bize yakıt olan duygu. Sonsuzluğa olan hasret. Susuzluk.

Suya olan hasret mi susuzluğa olan hasret mi?

Bu, şöyle bir şey: Suya hasretsiniz, suyu içiyorsunuz ama kanmıyorsunuz. Daha sonra bu kanmama hâli size zevk veriyor. Nakşi şeyhi Esad Erbili bir şiirin sonunda diyor ki: “Ümid-i afiyet besler mi Esad senden haşa!”. Susuzluk hâlinin zevkinden söylüyor bunu.

Ahmet Paşa, “Cânıma bir merhaba sundu ezelde çeşm-i yâr/ Şöyle mest oldum ki gayrın merhabâsın bilmedim” derken aynı susuzluktan mı bahsediyor. Yoksa bir kanma hâli mi var?

Şimdi buna da cevap var. Yunus Emre, “İster idim Allah’ı, buldum ise ne oldu/ Ağlar idim dünü gün/ Güldüm ise ne oldu” diyor. Cenabı Hak bu yolculukta zaman zaman ufak doyumlar hissettiriyor insana. Burda da öyle bir hâl var.

İsterseniz biraz gündemimize dönelim. Kadın-erkek ilişkileri üzerinden gidersek; günümüzde gençler arasında yaşanan ve adına aşk dediğimiz şey bu yolculukta bir başlangıç mıdır?

Evet, buna başlangıç diyebiliriz. Hevâ ve hevestir aslında. Aşka giden yolda hevâ ve hevesler değerlidir. Namaz için abdest almak gibidir. Abdest, namaz kılmak için nasıl değerliyse, aşka ulaşmak için de hevâ ve hevesler çok değerlidir. Abdest alıp da namaz kılmazsanız sadece abdest almış olursunuz. Hevâ ve hevesi de bu yolculukta abdest gibi kabul edelim.

Toplumumuzda “Seviyorum”, “Âşığım” türünden çokça diyalogları duyuyoruz, yaşıyoruz. Nesillerin devamı için, üremek ve çoğalmak için fıtratımızdan gelen çok sağlıklı çok doğru bir dürtü. Sağlıklı olması için de nikâh denen müessese konulmuştur.

Bir meselenin hevâ mı yoksa aşk mı olduğuna dair çok güzel bir hikâye anlatılır:

Bir köyde oldukça güzel bir kıza bir delikanlı âşık olur. Fakat kız başka bir delikanlıya âşık. Kızın âşık olduğu delikanlı başlık parasına sahip olmadığı için kızı babasından isteyemiyor ve evlenemiyor. Kıza âşık olan delikanlı bu meseleyi görüyor, gurbete gidiyor, çalışıyor, para biriktiriyor. Kızın âşık olduğu delikanlıya gidip parayı veriyor, “Al bu parayı ve gidip evlen” diyor. Buradan da anlıyoruz ki aşk, “Kavuşalım, ben de mutlu olayım” değil, “Sevdiğim mutlu olsun, sevdiğim razı olsun” demekmiş.

Yunus Emre bir sözünde “aşk gelicek cümle eksikler biter” diyor. Ne anlamamız gerekiyor bundan. Aşk bizi tamamlayan bir duygu mu?

Aşk hali gelince Cenab-ı Hak dilediğimiz her şeyi bize verecek diye anlıyoruz genelde. Hâlbuki ârifler, aşk gelince senin hiçbir isteğin kalmayacak ki zaten diyor. Sen kalmayacaksın ki diyor. ‘Aşaka’ bitkisini bilirsiniz. Hindistan’da bulunan bir sarmaşık türü. Bu bitki bir ağacı sarıyor. Öylesine sarıyor ki ağaç artık görünmez oluyor. Hatta daha sonra ağacı içinde eritiyor. Ondan beslenerek onu eritiyor. Aşk kelimesinin kökeni de bu bitkiye dayandırılır. Çok isabetli bir sembol.

Dergâhlar bu yolculuğun neresinde?

Medeniyetimizde ötelere yolculuk gibi muhabbetler cami cemaatiyle yapılmamıştır. Bu tür sohbetlerin yeri tekkelerdir. Zevâtın fıtratında öteye merak yoksa zaten tekkeye değil camiye gider. Böyle zevâtı da bu türden meselelerle yormamak lazım.

Âşıklık mesleğine mensup kişilerin İslâm toplumunun geneline büyük hizmetleri olmuştur. Tıpkı Ashab-ı Suffe gibi. O kurumun mensupları varlıklarıyla toplumun kalitesini artırmıştır. Âşıklık yolculuğuna talip kişiler, bin yıllık tarihimize baktığımız zaman, “dergâh” denen müesseselere girmiş, yolculuğa buradan başlamışlardır. Aşk yolculuğu tehlikeli. Yunus Emre bir şiirinde, “Delilsiz varılmaz yollar harami” diyerek bu tehlikeye dikkat çekmiştir. Âşıklık yolculuğuna kendi başına çıkanların tamamına yakını meczup olmuştur. Bu nedenle “dergâhlar” sağlıklı bir yolculuk için olmazsa olmaz kurumlardır.

ALLAH’IN HUKUKUNDAN SONRA İKİNCİ MERTEBE TERBİYE

Bakın bu aşk nüvesinin sosyal hayatı nasıl beslediğini bilmemiz çok önemli. Dergâha giden biri oturmasını-kalkmasını, edebi, feraseti, terbiyeyi öğreniyor. Aşkın sizde açığa çıkması için ince bir terbiye ikinci şart. Tuğrul İnançer Bey’in güzel bir sözü var: “Müslümanlık ince insanlıktır, dervişlik ince Müslümanlık”.

Sahih hadis olarak biliriz; “Yoldaki taşı kaldırmak sadakadır”. Şeriat ehli yoldaki taşı ayağıyla kenara iter ve vazifesini yerine getirmiş olur. Ârif kimse ise o taşı ayağıyla değil eliyle alır ve nezaketle onu kenara koyar. Duygusal zekâsıyla yaratılan her varlığın Allah’ı zikrettiğini bilir ve o duyguyla eşyaya muamelede bulunur. İşte aşk yolculuğundaki zevat toplum içine karıştığı vakit böyle inceliklerle, edebiyle, terbiyesiyle topluma örnek olur, katkıda bulunur.

Bugün belediye otobüslerinde hiçbir genç ne yaşlı bir kimseye ne bir hanımefendiye yerini vermiyor ve kalkmıyor. Hakiki bir derviş böyle bir durumda yerinde oturamaz. O şekilde oturmayı haram bilir.

Dolayısıyla âşıklık mesleğine sülûk edenler gitgide incelen, gitgide görüşleri derinleşen bir kişiliğe sahip olur. Ve bu kişiliğe sahip olanlar tekkede değil, cemiyet içinde hayatını devam ettirir. Haliyle cemiyete davranışlarıyla örnek olur. Haftada bir gün uğradığı tekkede âriflerden aldığı bilgi ve birikimle “ince Müslüman” olma yolunda ilerler.


Gerek sosyal medyada, gerek magazin gündeminde gerekse özel yaşantımızda sıkça karşılaştığımız bir kelime aslında ‘aşk’. Çokça duyuyoruz: Falanca kişi aşkını ilân etti, filanca kişi falanca ile aşk yaşıyor. Aslında çok kıymetli bir duygu olduğunu anladığımız aşk, içi boşaltılmış bir kavrama dönüşmüyor mu bu şekilde?

Sohbetin başında da söyledim. Fıtrat, Allah’ın hukukuyla yaşamayla başlamazsa ondan sadır olacak her şey arızalı olur. Birbirlerini sevdiğini, âşık olduğunu söyleyip evlenenler, istatistiksel olarak baktığınızda bir yıl sonra bir sebeple boşanmışlardır. Medya önünde birbirlerine giriyorlar, mahkemelik oluyorlar. Çirkince ithamlarla birbirlerini suçluyorlar. Bütün bir toplumu da bu çirkinliğe şahit tutuyorlar. Ve bunlardan doğan çocuklar türlü travmalara maruz kalıyor. Bir hicran tablosu aslında. Burada bir problem var. “Aşığız, seviyeli birliktelik yaşıyoruz” türünden olaylardan 100 tanesini önünüze koyup değerlendirdiğinizde sağlıklı bir evliliğe dönüşmüş çok az olay görürsünüz.

Uzunca bir süre birlikte nikâhsız yaşayıp, daha sonra evlenenler var. Medya bu türden olayları o kadar çok gündemine alıyor ki, bu türden ilişkileri normal kabul eden bir anlayışa sahip olmaya başladık. Esas vahim olan da bu. Bir yanlışa rıza göstermek, onu işlemek kadar vebaldir. Cemiyetimizde böyle şeyler var, buna rıza göstermemek lazım.

Anadolu’nun geleneksel evliliklerine, Allah’ın rızası gözetilerek yapılan evliliklere baktığımızda çok daha sağlıklı bir manzara ile karşılaşıyoruz. Orda da problem yok mudur? Elbette vardır. Ancak mukayese ettiğimizde daha iyi sonuçlar verdiğini görüyoruz.

HEVA VE HEVES DEĞERLİ BİR DÜRTÜDÜR

Dolayısıyla bugün yaşananlar hevâ ve hevesten ibarettir. Ama o dürtünün kendisi değerlidir. Karşı cinse heves etmek değerli bir duygudur. Bu dürtünün insanda olmaması bir problem olduğunu gösterir. Genç bir delikanlının karşı cinse ilgisinin olmaması “hasta” algısının oluşmasına vesile olur. O yüzden gençlerimizin karşı cinse ilgisi normaldir ve gereklidir. Ancak bunu fıtratının gerektirdiği hukuka uygun bir şekilde yapmaktır önemli olan. Hevâ ve hevesi hukukuna uygun bir şekilde kullanmıyorsa sıkıntı orda başlar.

Son yıllarda sevgiyi, aşkı, muhabbeti, anneler günü, sevgililer günü, babalar günü, kadınlar günü gibi özel zamanlara hapsettik gibi. Ne düşünüyorsunuz bu konuda? Medenileşme mi, yozlaşma mı?

Hadisi şerif var malumunuz: “İlim ve hikmet mü’minin yitik malıdır, nerde bulursa alır”. Batıda kutlanan bu türden günler, zamanlar bir hikmet midir yoksa bir kurgu mudur? Bunun tahlilini yapmak lazım.

Pagan kültürü mü?…

Evet. Büyüğümüz Tuğrul Efendi yılbaşının bir Hristiyan âdeti olmadığını, putperest âdeti olduğunu sık sık vurgulamıştır. Sevgililer günü, anneler günü gibi günler de kapitalizmin birer kurgusu. Bir ilmin veya hikmetin neticesi değil yani. Hikmeti olmayan herhangi bir âdeti, mü’min olarak kendimize mal edemeyiz. Biraz müzisyen olduğum için zaman zaman Batı klasik müziğini dinliyorum. Öyle eserler var ki ruhumu dinlendiriyor, bir keyif hali yaşıyorum nefsani bir dürtü yaşamadan. Allah, hikmeti dilediğine verir. Mozart’ın bestelediği eserleri dinlediğimde sonsuzluk zevkime katkıda bulunduğunu hissediyorum. Mozart hangi niyetle bestelemiş olsa da. Bizim şarkılarda da öyle besteler var. Bir hanımefendi için bestelenen bir şarkıyı bir başkası dinlediğinde başka duygular hissedebilir. Yesâri Asım Ersoy’un “Ömrüm seni sevmekle nihayet bulacaktır” isimli bir şarkısı var. Bir hanımefendi Yesâri Bey’e aşkını anlatmak için bu şiiri yazıp göndermiş. O da bestelemiş. Sonunda diyor ki: “Son darbe-i kalbim yine ismin olacaktır”. Yesâri Asım’ın, sedirin üzerinde secde halinde iken “Allah” diyerek son nefesini verdiğini hanımı bize anlatmıştı. Eserin size ne kattığı, duygu dünyanıza nasıl hükmettiği önemli.

VAZİFELERİMİZİ YERİNE GETİRMİYORUZ

Eşimizi yeterince sevmeden ona yeterince şefkat göstermeden, evladımızı yeterince sevmeden ona yeterince hizmet etmeden, işimizi yeterince yapmadan Müslüman olamayız ki zaten. Bütün günümüzü ibadetle geçirip; eşimize, çocuğumuza, annemize, babamıza gerekli sevgi, şefkat ve ilgiyi göstermediğimizde Müslümanlığımızın bir tarafı eksik kalmış olur.

Bununla ilgili çok güzel bir rivayet var:

Resulullah Efendimiz Hz. Ali’ye, “Ya Ali! Allah’ı mı çok seversin, beni mi çok seversin, Fatıma’yı mı çok seversin, Hasan-Hüseyin’i mi çok seversin. En çok kimi seversin?” diye sorar. Hz. Ali de, “Yâ Resulellah bana biraz müsaade edin, düşüneyim” der. Düşünceli bir halde evinin yolunu tutar. Evde bu düşünceli halini gören Hz. Fatıma, “Yâ Ali, ne düşünüyorsun, neden bu kadar düşüncelisin?” diye sorar. O da durumu anlatır. Hz. Fatıma, “Bundan kolay ne var yâ Ali. Allah’ı kulluğumla, Resulünü ümmetliğimle, hanımımı beyliğimle, çocuklarımı babalığımla severim, diyeceksin” der. Hz. Ali bunu gidip Resulullah’a anlatınca “Yâ Ali, bunda Fatıma kokusu var” diyerek tebessüm eder.

Toplum olarak birbirimize karşı olan vazifelerimizi yerine getirmediğimiz için ortaya çıkan boşluk; sevgililer günü, anneler günü gibi âdetlerle dolduruluyor maalesef.

İLMİHAL DİNDARLIĞINI AŞMAMIZ LAZIM

Bugün camiye giden cemaatin her birine tek tek soralım, kızı geldiği zaman kızına olan saygısından, sevgisinden kaç kez ayağa kalkmıştır? Tamamına yakınının kalkmadığı kanaatindeyim. Oysaki Resulullah öyle mi yapmıştır. Kızı Fatıma meclise geldiğinde, hangi ciddi meclis olursa olsun, ayağa kalkardı. Kızını elinden tutup ya alnından ya da elinden öperdi ve yanına oturturdu. Kendimize soralım şimdi kızımız için kaç kez ayağa kalktık.

Eşine tebessüm etmenin ibadet olduğunu bilen bir toplumuz. Ancak vazifelerimizi yerine getirmeyi ihmal edip toptancı bir anlayışla, özel günlerle bu eksiğimizi kapatmaya çalışır hale geldik. İşin özeti biz biz olmadığımız için özel günler içimizde yer etmeye başladı.

İstanbul hafızlarından meşhur Zeki Altun’un milli futbolcu olan oğlu Hasan Altun anlatırdı: “Babam eve her gelişinde mutlaka anneme bir şeyler getirirdi. Bazen bir çikolata bazen bir yaşmak bazen bir mendil. Hiçbir şey bulamazsa bir yeşil yaprak getirirdi. Annemin gönlünü hoş ederdi.”

Normalde 5 lira etmeyen bir gülün 25 liraya satıldığı kapital bir sistemde bir gül ile neyi tamir edeceğiz? Bina çürümüş biz perdeleri değiştirmekle uğraşıyoruz.

Dindarlık anlayışımızı “ilmihâl dindarlığı” ile sınırlı tutmamayı, cemiyetimize sevgiyi, muhabbeti, aşkı ferâseti, sevdayı hatırlatmamız lazım. Ehlullah bunları en yüksek perdeden hatırlatmış onca asır boyunca. Sadece ilmihâl dindarlığı ile yetinirsek bir kanadımız eksik kalır. Muhabbet kanadımızı (duygusal zekâ diyorum ben ona) kırmışız.

Son olarak sizi derinden etkileyen, kalbinize dokunan şarkı, ilâhi…

İlk dönem sufileri bugün tekkelerde zikir meclislerinde ilâhi diye bildiğimiz formları okumuyorlardı. Daha çok soyut şeyleri, şarkı diye bildiğimiz formları okuyorlardı. İlâhiler direkt adres gösterir, şarkı daha soyuttur. İlâhi daha somut. Belki daha sonraları bu durum değişebilir. Şimdi bana sorduğunuzda beni derinden etkileyen şarkı, bestesi Avni Anıl’a, güftesi Ümit Yaşar Oğuzcan’a ait “Bir ateşim yanarım külüm yok dumanım yok/ Sen yoksan mekânım belli değil, zamanım yok/ Fırtınalar içinde beni yalnız bırakma/ Benim senden başka sığınacak limanım yok.” Bu şarkı bana çok ilâhi geliyor.

Çok teşekkür ederiz.

Estağfurullah. Ben teşekkür ederim.

#Hakan Alvan
#tasavvuf
#Neyzen
3 yıl önce