|

Babamın Kitaplığı 4 / Aşkla hep bir ağızdan tekrar edelim! Siyah güller, ak güller...

“Babamın kitaplığında bulunan en eski Mona Roza kitabı, herkesin tahmin edeceği üzere, fotokopi yoluyla çoğaltılmış bir kitapçık. Ebatı ise 14x10 cm. Toplam 56 sayfa olan bu kitapçığın her sayfasında bir çizim yer alıyor. Çizimlerin sahibi ise Uğur Hatipoğlu olarak belirtilmiş kitabın sonunda.”

04:00 - 15/12/2021 Wednesday
Güncelleme: 04:37 - 15/12/2021 Wednesday
Yeni Şafak
Üstad Sezai Karakoç’a ve beni bir hikâyeyi yazmaya zorlayan hatırasıyla Figen’e rahmet dilerim.
Üstad Sezai Karakoç’a ve beni bir hikâyeyi yazmaya zorlayan hatırasıyla Figen’e rahmet dilerim.
GÜLÇİN DURMAN

Bir şiire ihtiyacım vardı. Daha doğrusu, bir dizeye. Epi topu dört kelime kadar bir şeycik, olsa yeterdi bana. Yüzmüş yüzmüş sonuna gelmiş ve fakat yine bir çıkmaza girmiştim. Bu son dehlizden de beni ancak bir şiir kurtarabilirdi. Ama o hangi şiirdi? Hem çok tanıdık, bilindik bir şey olmalıydı bu şiir, hem de hikâyenin sonundaki o ruhani atmosfere uymalıydı. Kalabalık bir kadın topluluğunun yer aldığı bir mevlid ortamında okunacak, daha doğrusu haykırılacak dört kelimeyi arıyordum, işte. O dört kelime, benim hastalıklı kahramanımın dilinden dökülecek ve her şey nihayete erecekti. Aşırların, ilahilerin okunacağı ve şüphesiz ki bol bol göz yaşlarının döküleceği bu programda kimsenin garipsemeyeceği, şöyle insanın böğrüne saplanacak, içini yakacak bir mısraydı aradığım. Ve nihayet, o dört kelime kahramanımın ağzından şöyle çıktı:

  • “Siyah güller, ak güller!”

Kurtarıcı şiirim bulunmuştu işte.


FİGEN ÖLECEK DEDİ ARKADAŞIM

Doksanlı yılların ortasında, arkadaşım Gülderen (Gülderen Yıldırım, yıllardır Kanal 7’de kameramanlık yapar) ile bir yaz akşamüzeri İstiklal Caddesi’nde yürürken, yolumuzu kısa boylu, daracık omuzlu ve bu minyonluğa inat irice başıyla dikkatimi çeken bir genç kız kesti. Hem gürültü hem de kızın konuşmasındaki bozukluktan ben pek fazla sohbete girmedim. Ayaküstü kısacık ama heyecanlı, samimi bir şekilde konuşup, gülüşmüşlerdi Gülderen ile. Kızdan iyice uzaklaştığımızda, Gülderen halen gözümün önünden gitmeyen acı bir ifadeyle. “Figen, ölecek” dedi. Dünya hakkında hiçbir şey bilmediğim yirmili yaşlarımda idim. Üstelik biraz da nasıl desem, duygusuzdum galiba. “Hepimiz ölmeyecek miyiz?” gibi bir şeyler geveledim sanırım. Sonra yeniden anlatmaya başladı Gülderen. Figen doğduğundan beri hastalıklarla mücadele ediyordu. Bu hastalıklar yüzünden, bedeni gelişememişti. Konuşmasındaki sıkıntılar da hep o rahatsızlıkların eseriydi. Doktorların demesine göre de yirmi beşini göremeyecekti. “Öleceğini biliyor mu peki?” diye sordum. Saçlarındaki çiçekli tokalar, boynundaki o senenin modası zarif kurdele ve süslü üstü başı yüzünden sormuştum bu soruyu. “Evet biliyor.” dedi Gülderen. Ancak Figen, ölmekten ziyade hiç evlenemeyeceği ve ailesi olmayacağı için üzülüyordu. Tuhaf geldi ama daha da deşmedim meseleyi. Gerçekten de birkaç ay sonra, hafif bir üşütmenin neticesinde Figen rahmetli oldu. Ben de unuttum gittim onu. Ta ki, 2018 senesine kadar…

2018 senesinde, yıllardır annemin istediği aşk hikayesini yazmak için hazırlıklara giriştiğimde, aklıma hep Figen düşmeye başladı. Sonra da o korkunç soru geldi. Acaba Figen neden evlenemeyeceği için çok üzgündü, yoksa bir sevdiği mi vardı? Soruların yanına yeni sorular eklendi. Figen onca yıllık vefasızlığım ve hayırsızlığıma rağmen aylarca peşimi bırakmadı. Sürekli hatırlattı durdu kendini. Böylece ben de hastalıklı hem de bayağı ciddi hastalığı olan bir kahramanın ilk aşkını yazmayı düşünmeye başladım. Hikâyenin adı da “Sus Sus Sus Kimseler Duymasın” olacaktı. Çocukluğumda Suat Sayın’ın bu şarkısını pek çok kez dinlemiştim. Kaseti de vardı bizde.

Derken, hikâyeye başladım ben. Hırçın, hastalıklı, haliyle çirkince ve herkesi kendinden bezdirmiş kahramanım; komşularının kızına âşık olmuş bir delikanlıya sevdalanıyor, her şeyi kendince yorumluyor ve işler gittikçe karmaşıklaşıyordu. Bir nokta da işler öyle karıştı ki, kendi kendine gelin güvey olan kahramanımın düştüğü tirajı komik durumlara artık ben bile dayanamaz oldum.

Her şeyi silip yeniden başlamaya karar verdim. Yeni hikayemde de kahramanım hastalıklı, hatta çok yaşamayacak bir kız çocuğu olacaktı. Yine ilk aşk hikayesi olacaktı. Ancak bu sefer eskisi kadar acı çekmeyecek tam tersine, ilk defa tanıştığı bu duygunun tesiriyle etrafını kırıp dökecekti. Acıklı olduğu kadar da komik bir hikâye olsun istiyordum. Belki de en sevdiğim hikâye kahramanım olan Neriman’ın haleti ruhiyesi değişince, Suat Sayın’ın sessiz sakin şarkısıyla bir uyumsuzluk ortaya çıktı. Gürül gürül çağlayan, onca hastalığına rağmen yerinde duramayan Neriman için bugün bile nasıl aklıma geldiğine hala şaşırdığım, hiç ama hiç sevmediğim bir şarkıyı seçtim. Gelin görün ki “Başıma Gelenler Hep Senin Yüzünden” Neriman’a gayet uygun düştü.

BİR AŞK HİKAYESİNDEKİ ŞİİR


Hikâyenin başından sonuna kadar ortalığı kırıp geçiren, huysuz, uyumsuz, oyunbozan ve hırçın bu kız çocuğunu değiştiren, belki de büyüten Üstad Sezai Karakoç’un efsanevi şiiri ‘Mona Roza’ dan aldığım bir dize oldu. Kısa, topu topu dört kelimecik bir şey. Bir nida demek daha doğru olur belki. Hikayedeki yeri ise şöyle bir şey oldu:

“… Bir yanımda yanardağ harıl harıl yanarken, diğer yanımda taşların kayaların arasından sızmak için yol arayan minik bir dere akıyordu. İçimdeki ses de konuş konuş, diye sıkıştırıyordu habire. Nuran ablama gülümsedim ve çığlık çığlığa Siyah güller, ak güller diye bağırdım. Sonra da şiiri en başından son kıtasına kadar ağlaya ağlaya okudum. Bitirince de yorganın altına giriverdim. Ta ertesi sabaha kadar da oradan çıkmadım. Mevlidimizden herkes pek memnun ayrıldı. Başta babaannemin arkadaşları olmak üzere, bütün misafirler hiçbir mevlitte bu kadar duygulanıp ağlamadıklarını söyleyip durdular. Annemden de bundan sonraki her mevlitte bana bu şiiri okutmasını rica ettiler. İlahi grubunun, mevlithanların yapamadığını, bir şiir başarmıştı işte…”

‘Başıma Gelenler Hep Senin Yüzünden’’ yayımlandıktan sonra kitabı okuyan bazı arkadaşlar, bir şiirin bu kadar tesirli olamayacağını söyleyip, itiraz ettiler. Hatta mevlid gibi ağırbaşlı bir ortama Mona Roza’yı sokmamı doğru bulmayıp eleştirdiler. Hele hele son cümlemi hiç beğenmediler.


Çocukluğumdan beri, şiir ile iç içe büyüdüm. Neredeyse evimizin eşyalarından biriydi şiir bizim için. Daha okumayı bilmediğimiz çağlarda kardeşim Gülay ile birlikte Almanya’dan gelmiş teypten babamın şiirler okuduğu kasetleri tekrar tekrar dinler, sonrada ağlardık. Artık ne anlıyorsak o şiirlerden…

O yüzden, ben de tıpkı ‘Şiir Boşuna Yazılmış Olmayacak’ diyen Pablo Neruda gibi düşünürüm şiirin gücü için:

“Şiiri kim öldürebilir ki? Kedi gibi yedi canlıdır şiir. Ona işkence ederler, sokaklarda sürüklerler, üstüne tükürürler, alay ederler, etrafını dört duvarla çevirirler, sürgüne yollarlar, ama şiir bütün bunları yaşar, tertemiz bir yüzle gülümseyerek ortaya çıkar sonunda ...“

Babamın kitaplığında bulunan en eski Mona Roza kitabı, herkesin tahmin edeceği üzere, fotokopi yoluyla çoğaltılmış bir kitapçık. Ebatı ise 14x10 cm. Toplam 56 sayfa olan bu kitapçığın her sayfasında bir çizim yer alıyor. Çizimlerin sahibi ise Uğur Hatipoğlu olarak belirtilmiş kitabın sonunda. Bu yazı vesilesiyle, Üstad Sezai Karakoç’a ve beni bir hikâyeyi yazmaya zorlayan hatırasıyla Figen’e rahmet dilerim. Mekanları cennet olsun inşallah...

#Sezai Karakoç
#Mona Roza
#Diriliş Yayınları
2 years ago